Mizan Tefsiri, Cilt:5

 

 

Nisâ Sûresi 92-94 ................................................................65

 

 

92- Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi

caiz değildir. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin

bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet

vermesi gereklidir. Ancak ölünün ailesi o diyeti bağışlarlarsa,

vermez. Eğer (yanlışlıkla öldürülen,) mümin olmakla beraber size

düşman olan bir topluluktan ise, mümin bir köle azat etmek gerekir.

Ve eğer kendileriyle aranızda ant-laşma bulunan bir topluluktan

ise, ailesine teslim edilecek bir diyet vermek ve bir mümin köleyi

azat etmek gerekir. Buna (köle azat etmeye) gücü yetmeyen

kimsenin, Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe

oruç tutması lâzımdır. Allah bilendir, hikmet sahibidir.

 

93- Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen

kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve

onun için büyük bir azap hazırlamıştır.

 

94- Ey inananlar! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi araştırın,

(müminle kâfiri birbirinden) ayırt edin ve size selâm verene,

dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek,

"Sen mümin değilsin" demeyin. Çünkü Allah katında birçok ganimetler

vardır. Önceden siz de öyleydiniz (dünya hayatının geçici

menfaatine göz dikmiştiniz); ama Allah (sizi imana erdirdiği için)

size lütufta bulundu. O hâlde araştırıp (mümini kâfirden) ayırt etmede

pek dikkatli olun. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi caiz

değildir." Ayetin orijinalinde geçen "hateun" kelimesi, bu hâliyle ve

"feal'un" kalıbına uyarlanmış "hatâ'un" şekliyle doğrunun karşıtı

demektir. Burada ise, "taammüd"ün (kasten işlemenin) karşıtı olarak

kullanılmıştır. Çünkü hemen sonraki ayette, bu ifadeyle karşılık

verilmiştir: "Kim bir mümini kasten öldürürse..."

"Bir müminin bir mümini öldürmesi caiz degildir." ifadesindeki

olumsuzlama [mâ kâne=caiz değildir ifadesi], öldürmeyi gerektirici

bir unsuru olumsuzlama amacına yöneliktir. Yani bir müminde,

imanın dokunulmaz sahasına ve sınırı içerisine girdikten sonra,

kendisi gibi bir mümini öldürmesini gerektirecek herhangi bir durum

mevcut olmaz, öldürme duygularının hiçbir türlüsü onda

bulunmaz. Ancak yanlışlıkla öldürme olabilir.

 

Cümlede yer alan istisna, muttasıl (bitişik) istisnadır. Dolayısıyla

anlamın vurgusu şu yönedir: "Bir mümin, mümin olduğunu bildiği

hâlde, bir mümini mümin olduğu için öldürmeyi istemez." Bu

ifade, gerektirici bir unsurun bulunduğunu olumsuzlama bakımından

aşağıdaki ayetleri çağrıştırmaktadır: "Allah hiçbir insanla

 

66 ............ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

karşılıklı konuşacak degildir." (Şûrâ, 51) "Bir agacını bile bitiremeye

gücünüzün yetmedigi..." (Neml, 60) "Fakat onlar daha önce yalanladıkları

şeye bir türlü inanacak degillerdi." (Yûnus, 74) Bunun

gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.

 

Ayet-i kerime bunun yanı sıra teşriî=yasama nitelikli bir nehyi

[yani, kasten bir mümini öldürme yasağını] dile getirmeye dönük

bir kinayeli anlatım tarzına sahiptir. Buna göre ayetin anlamı şöyle

belirginleşiyor: Allah, bir müminin bir mümini öldürmesini hiçbir

zaman mubah kılmadı, ebediyen de mubah kılmayacaktır. O, bunu

haram kıl-mıştır. Ancak yanlışlıkla öldürürse, o başka. Çünkü

mümin bu durumda, aslında mümin kimseyi öldürmeyi amaçlamamıştır.

Bu ise müminin ya öldürmeyi hiçbir şekilde amaçlamamasından

ya da öldürülenin, meselâ öldürülmesi caiz bir kâfir

olduğunu sandığı için amaçlayarak (kasten) onu öldürmesinden

dolayıdır. Dolayısıyla bu olay, haramlığın kapsamına girmez.

Bu ayetle ilgili bir grup müfessirin değerlendirmesi ise başka

yöndedir. Bunlar, "Yanlışlıkla olması dışında..." ifadesindeki istisnanın

münkatı (kopuk) istisna olduğunu iddia etmiş, ardından şöyle

demişlerdir: "Yanlışlıkla olması dışında..." ifadesinin, gerçek bir

istisna olarak algılanmamasının nedenine gelince, bu (gerçek istisna

şeklinde yorumlamak), yanlışlıkla adam öldürmenin emredildiği

veya mubah kılındığı sonucunu doğurur. [Söz konusu değerlendirme

bundan ibaretti.]

 

Ancak siz, bunun yalnızca "yanlışlıkla öldürme" olayındaki haram-

lık durumunu ortadan kaldırdığını ya da haramlık hususunun

baştan itibaren söz konusu olmadığını gösterdiğini öğrenmiş bulunuyorsunuz.

Ayeti böyle anlamanın da hiçbir sakıncası yoktur. Şu

hâlde doğrusu, istisnanın muttasıl yani bütünüyle bitişik olduğudur.

"Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin mümin bir köle azat etmesi

ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Ancak

ölünün ailesi o diyeti bağışlarlarsa, vermez." Ayette geçen "tahrîr"

kelimesi, köleyi özgür kılmak anlamına gelir. "Rakabe" ise, boyun

 

Nisâ Sûresi 92-94 .......................... 67

 

demektir. Ancak mecazî olarak köle kimse anlamında kullanılması

yaygınlık kazanmıştır. "Diyet" ise cana, bir organa veya başka

bir şeye karşılık olarak mal vermek demektir. Dolayısıyla ifadenin

anlamı şöyledir: Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse, mümin bir

kimseyi azat etmesi ve öldürülen kişinin ailesine bir diyet ödemesi,

diyeti onlara teslim etmesi gerekir. Ancak öldürülen kişinin velilerinin

öldüren kişiye bunu sadaka olarak bağışlamaları ve affetmeleri

durumunda diyet ödemek gerekmez.

 

"Eğer (yanlışlıkla öldürülen,)... size düşman olan bir topluluktan ise..."

Ayetin orijinalinde geçen "kâne" kelimesinin zamiri, öldürülen

mümine dönüktür. Düşman topluluktan maksat da, Müslümanlarla

savaş hâlinde bulunan kâfirlerdir. Dolayısıyla ifadenin

anlamı şu şekilde belirginleşiyor: Eğer yanlışlıkla öldürülen kişi

mümin, kavmi de müminlerle savaş hâlinde bulunan, dolayısıyla

mümine mirasçı olamayan kâfirler ise, sadece köle azat etmek

gerekir; diyet ödemek gerekmez. Çünkü Müslümanlarla savaşan

bir kâfir hiçbir hususta müminin mirasçısı olamaz.

"Ve eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluluktan ise..."

Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, bu ifadenin orijinalinde

yer alan "kâne" fiilinin de zamiri, öldürülen mümin kişiye dönüktür.

Yine ayette geçen "mîsak" kelimesi, mutlak olarak antlaşma

demektir. Zimmetten ve her türlü sözleşmeden daha geneldir. Bu

açıdan şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Öldürülen mümin, sizinle

kendileri arasında antlaşma bulunan bir kavme mensup ise,

hem diyet ödemek, hem de bir köle azat etmek gerekir." Diyetin

önce zikredilmesi, antlaşma olgusunun gözetilmesine vurgu yapmaya

yöneliktir.

 

"Buna gücü yetmeyen kimsenin... oruç tutması lâzımdır." Köle azat

etmeye gücü yetmeyen yani. Çünkü lafız olarak bu ["tahrîr=köle

azat etmek"] "lem yecid=gücü yetmeyen" fiiline daha yakındır.

Böyle birinin iki ay peş peşe oruç tutması gerekir.

"Allah tarafından tövbesinin kabulü için..." Yani oruç tutmanın gerekliliğine

ilişkin hüküm, Allah'tan köle azat etme imkânına sahip

 

68 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

olmayan kimseye yönelik tövbenin kabulünün, ilâhî şefkat ve

merhametin ona yönelmesinin göstergesidir. Bu aynı zamanda cezayı

hafifletmenin mantığına da uygundur. Şu hâlde bu hüküm,

güç yetiremeyen kimseye yönelik bir hafifletmedir.

Bunun yanında, "tevbe" sözcüğünün keffaret olarak ayette sözü

edilen hususların tümüne dönük bir kayıt olması da mümkündür.

Bununla, "Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin

bir köle azat etmesi..." diye başlayan ifadeyi kastediyorum. Bu açıdan

ifadeyi şu şekilde anlamlandırabiliriz: Yanlışlıkla adam öldüren

kimse için keffaret vermesinin yasallaştırılması, yaptığı işin

kesin sonuçlarıyla ilgili Allah'ın rahmetiyle ona dönüşünün ve ona

inayet etmesinin göstergesidir. Böylece artık kendini kontrol etmeli

ve bir daha adam öldürmeye yeltenmemelidir. Bu bakımdan ifadeyi

şu ayete benzetebiliriz: "Kısasta sizin için hayat vardır." (Bakara,

179)

 

Aynı zamanda bu hüküm, yüce Allah'tan topluma yönelik bir

tövbe kabulü ve inayettir de. Çünkü bir ferdini kaybettikten sonra,

özgürlüğüne kavuşmuş bir başkasını kazanıyor. Bunun yanı sıra

öldürülen kişinin ailesinin uğradığı maddî kayıp da ödenen diyetle

telafi ediliyor.

 

Buradan da anlaşılıyor ki Islâm, özgürlüğü hayat, köleliği de bir

tür öldürülme olarak değerlendiriyor. Bireyinin varlığının ortalama

menfaatini de, eksiksiz bir diyet [bin dinar veya on bin dirhem yahut

bin deve] şeklinde kabul ediyor. Ilerdeki bölümlerde bu husus

üzerinde etraflıca duracağız.

 

Yanlışlıkla adam öldürme veya taammüden adam öldürme,

köle azat etme ve diyet ödeme, öldürülen kişinin ailesi ve antlaşma

gibi ayette sözü edilen hususların somut bir şekilde belirlenmesi,

sünnet ve hadislerin alanına girer. Bunlara ilişkin detaylı bilgi

isteyenler fıkıh kaynaklarına başvurabilirler.

 

"Kim bir mümini kasten öldürürse cezası... cehennemdir." Ayetin

orijinalindeki "müteammid" kelimesinin mastarı olan "ta-ammüd"

kelimesi, bir fiili taşıdığı unvanıyla bilinçli bir şekilde ve kas-

 

Nisâ Sûresi 92-94 .............................................................. 69

 

tederek işlemek anlamına gelir. Isteğe bağlı olarak işlenen bir fiil

[ihtiyarî bir iş], taşıdığı unvanı kastetmeksizin olmaz. Dolayısıyla

bir fiilin birden fazla unvanı olması caizdir. Bu bakımdan bir fiilin

bir açıdan kasten, bir diğer açıdan da yanlışlıkla işlenmiş olması

mümkündür.

 

Örneğin, av hayvanı olduğunu sanarak bir karartıya ateş açan

kimse, gerçekte bir insan olan bu karartıyı öldürürse, av açısından

taammüden, insan açısından da bu fiili yanlışlıkla işlemiş olur. Aynı

şekilde, bir kimse birine terbiye etmek amacıyla bastonla vurur

ve o kimse ölürse, onu yanlışlıkla öldürmüş olur. Dolayısıyla bir

mümini kasten öldüren kimse, işlediği fiille bir mümini öldürmeyi

amaçlayan, onu öldüreceğini ve onun mümin olduğunu bilen kimsedir.

Yüce Allah, kasten bir mümini öldüren kimsenin cezasını oldukça

ağır tutmuş, onun ebediyen ateşte kalacağını belirtmiştir.

Ancak "Allah, kendisine ortak koşulmasını bagışlamaz." (Nisâ, 48)

ayetine ilişkin değerlendirmemizde belirttiğimiz gibi, bu ayet; aynı

şekilde "Allah bütün günahları bagışlar." (Zümer, 53) ayeti, bu ayete

yönelik bir sınırlandırma olarak algılanabilirler. Şu hâlde bu ayet,

ebedî ateş cezasıyla tehdit ediyor; ancak kesinlik ifade etmek bakımından

o kadar net değildir. Dolayısıyla kişinin tövbe etmesi veya

şefaate uğraması suretiyle bağışlanması mümkündür.

 

"Ey inananlar! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi araştırın,

ayırt edin." Ayette geçen "darabtum" kelimesinin mastarı olan

"darb" kelimesi, yeryüzünde dolaşmak, yolculuk yapmak demektir.

Bunun, "Allah yolunda" olmakla kayıtlandırılması, cihat amacıyla

sefere çıkmanın kastedildiğine delâlet eder. Yine ayette geçen

"tebeyyenû" kelimesi, ayırt etmek demektir. Bundan maksat

da mümin olanla kâfir olanı birbirinden ayırmadır. [Kimin kim olduğunu

araştırıp anlamadır.] "ve size selâm verene... 'Sen mümin

degilsin' demeyin." ifadesi, buna ilişkin bir ipucudur. "Selâm verme"

ile, müminlerin aralarındaki selâmlaşma kastedilmiştir.

Bazı kıraatlere göre, ayetin orijinalinde geçen "limen elka

 

70 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ileyku-m'us-selâme=size selâm verene" ifadesi, "limen elka

ileykum'us-sele-me" şeklinde okunmuştur. Bu durumda maksat,

teslim olup barış önerme olur.

 

"Dünya hayatının geçici menfaati" ile mal ve ganimet peşinde

koşma kastedilmiştir. "Allah katında birçok ganimetler vardır."

ifadesinde geçen "meğanim" kelimesi, "meğnem"in çoğuludur ve

ganimet anlamına gelir. Yani, Allah katındaki ganimetler, peşinden

koştukları dünya ganimetlerinden daha iyidir. Çünkü Allah katındaki

ganimetler, hem daha çok, hem de kalıcıdırlar. Dolayısıyla

onları tercih etmeniz gerekir.

 

"Önceden siz de öyleydiniz; ama Allah size lütufta bulundu. O hâlde

araştırıp ayırt etmede pek dikkatli olun..." Yani siz de bu niteliğe sahiptiniz.

Dünya hayatının geçici menfaatini gözetiyordunuz. Iman

etmeden önceki durumunuz böyleydi. Allah size lütfetti, iman aracılığıyla

ilginizi dünyanın geçici menfaatlerinden, Allah katındaki

çok sayıdaki ganimetlere çevirdi. Böyle olduğuna göre, sizin de iyice

araştırıp mümini kâfirden ayırt etmede pek dikkatli olmanız gerekmektedir.

Araştırma yönündeki emrin ["tebeyyenû" kelimesinin]

iki defa tekrarlanması, konuyla ilgili hükmü pekiştirmek amaçlıdır.

Ayet, öğüt ve bir ölçüde kınama anlamını içeriyorsa da, zahiren

bir müminin kasten öldürülmesi olarak beliren bu olayı, taammüden

öldürmek olarak değerlendirdiği yönü açık değildir.

Bundan da anlıyoruz ki, bazı müminler, yanlışlıkla kendilerine selâm

veren müşriklerden bazı kimseleri öldürmüşler. Çünkü öldüren

kişi onların gerçek mümin olmadıklarını ve can korkusuyla

iman ettiklerini söylediklerini sanmıştır. Işte ayet böyle yapanları

ayıplıyor ve Islâm'ın zahiri esas aldığını, kalplerin durumunu ise latîf

ve habîr olan Allah'a bıraktığını vurguluyor.

 

Buna göre, "dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek"

ifadesi, cümlede durumun gereğini bildirme konumundadır. Yani,

size iman ettiğini açıklayan kişiyi, durumuna bakmadan, gerekli

araştırmayı yapmadan öldürmeniz, mal ve ganimet peşinde ko-

 

Nisâ Sûresi 92-94 .......................... 71

 

şan, dolayısıyla en küçük bir menfaat karşılığında iman ettiğini

söyleyen kimseleri öldürenlerin durumuna benzer. Böyle insanlar

arada geçerli bir gerekçe olmadığı hâlde, mazeret olarak gösterebileceği

küçük bir gerekçe ile iman ettiğini söyleyenleri öldürebilirler.

Işte müminler, iman etmeden önce bu durumdaydılar; dünya

ve dünyanın geçici metasından başka bir şey amaçlamıyorlardı.

Fakat Allah kendilerine iman nimetini bahşettikten, Islâm dinini

lütfettikten sonra, bu gibi durumlarda iyice araştırıp anlamaları,

cahiliye ahlâkına ve hâlâ zihinlerindeki cahiliye kalıntılarına uyarak

bu tür bir yanlışlığa düşmemeleri gerekir.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

ed-Dürr-ül Mensûr'da, "Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin

bir mümini öldürmesi caiz degildir." ayeti ile ilgili olarak Ibn-i

Cerir'in Ikrime'den şöyle naklettiği rivayet edilir: "Amir b.

Luveyoğul-larından Haris b. Yezid b. Nubeyşe, Ebu Cehil'le birlikte

Ayyâş b. Ebu Rebia'ya işkence ederdi. Sonra Haris Hz.

Resulullah'ın (s.a.a) yanına gitmek üzere Mekke'den ayrıldı, hicret

etti. Harra denilen yerde Ay-yâş'la karşılaştı. Ayyâş, onun kâfir olduğunu

sanarak kılıcını çekip öldürdü. Sonra gelip olayı

Resulullah'a (s.a.a) haber verdi. Bunun üzerine, "Yanlışlıkla olması

dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi caiz degildir." ayeti

indi. Peygamberimiz (s.a.a) ayeti ona okuduktan sonra, kalk ve bir

köle azat et, dedi."

 

Ben derim ki: Bu rivayet başka kanallardan da aktarılmıştır.

Bazısında, Ayyâş'ın onu Mekke'nin fethinin gerçekleştiği gün öldürdüğü

belirtiliyor. Buna göre Ayyâş o güne kadar müşrikler tarafından

zincire vurulmuştu ve ona işkence ediyorlardı. Işte müşriklerin

elinden kurtulduğu o gün, Müslüman olan Haris ile karşılaştı.

Ama onun Müslüman olduğunu bilmediğinden onu orada öldürdü.

Ancak bizim yukarıda yer verdiğimiz Ikrime kanalıyla gelen rivayet

daha tutarlı ve Nisâ suresinin iniş tarihine daha uygun düşmekte-

 

72 ............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

dir.

Taberî kendi tefsirinde Ibn-i Zeyd'den ayetin Ebu Derda hakkında

indiğini rivayet eder. Buna göre, Ebu Derda bir müfrezede

görevliydi. Bir dereye yönelerek ihtiyacını gidermek istedi. Orada

koyunlarını güdmekte olan bir adamı gördü. Kılıcını çekerek adama

saldırdı. Adam, "Lâ ilâhe illallah" dediyse de, Ebu Derda kılıcıyla

onun işini bitirdi. Sonra koyunları alarak arkadaşlarının yanına

döndü. Ama yüreğinde yaptığına karşılık bir rahatsızlık hissediyordu.

Sonunda Hz. Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelerek olayı ona bildirdi.

Bunun üzerine söz konusu ayet indi. [c.5, s.129, Mısır baskısı]

Yine ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Ruyani, Ibn-i Mende ve Ebu

Nuaym, Bekir b. Harise-i Cuheni'den ayetin onun (Bekir b. Harise)

hakkında indiğini rivayet ederler. Çünkü o da Ebu Derda'nınkine

benzer bir kıssa ile karşılaşmıştı.

 

Ancak bu rivayetler, her hâlükârda olayların ayete uyarlanmasına

örnek oluşturmaktadırlar.

 

et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Hüseyin b.

Said'den, o da rivayetlerinde esas kabul ettiği adamları aracılığıyla

İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.a)

buyurdu ki: "Köle azat etmeyi gerektiren her yerde henüz dünyaya

gelmiş bulunan bir köle çocuğu azat etmek caizdir. Fakat adam

öldürmenin keffareti başka. O konuda yüce Allah, 'mümin bir köle

azat etmesi... gereklidir.' buyurmuştur. Bununla erişkin bir kişi

kastedilmiştir..." [c.8, s.320, h:03/1187]

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Musa b. Cafer'den (a.s) şöyle rivayet

edilir: Ona; "Bir kölenin mümin olduğu nasıl anlaşılır?" diye sorulur.

Cevapta buyurur ki: "Fıtrat esas alınarak anlaşılır." [c.1, s.263,

h:220]

 

Men lâ Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, İmam Sadık'tan (a.s)

şirk diyarında oturan ve Müslümanlar tarafından öldürülen bir

Müslümanın durumu karşısında bunu öğrenen İmamın ne yapması

lazım gelir? diye soruldu, o şu cevabı verdi: "Onun yerine mümin

bir köleyi azat eder. 'Eger (yanlışlıkla öldürülen,) mümin olmakla

 

Nisâ Sûresi 92-94 ............................... 73

 

beraber size düşman olan bir topluluktan ise...' ayetinde bu anlatılıyor."

Ben derim ki: Bu hadisin bir benzerini Ayyâşî de rivayet etmiştir.1

"Onun yerine mümin bir köleyi azat eder." ifadesi, azat etmenin

daha önce de değindiğimiz gibi, gerçekte özgür (köle olmayan)

Müslümanların sayısının artması amacına yönelik olduğuna ilişkin

bir işarettir. Çünkü, öldürülme yoluyla sayılarında bir eksilme olmuştur.

Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Keffaret olayında, mutlak olarak

köle azat etmenin öngörülmesi, günah yoluyla özgür insanların

sayısında bir eksilme meydana geldiğinden, günahkâr olmayan birinin

özgür olarak onlara eklenmesiyle dengenin korunması, açığın

kapatılması öngörülmüştür. Bu inceliği okuyucuların kavraması

gerekir.

 

el-Kâfi adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet

edilir: "Bir adam iki ay peş peşe oruç tutmakla yükümlüyse, birinci

ayda orucunu bozsa veya hastalansa, oruçlarını yenilemesi gerekir.

Ama eğer birinci ayı tamamlayıp ikinci aydan da birkaç gün

tutmuşsa, sonra bir özürden dolayı orucunu bozmuşsa, sadece kaza

etmesi gerekir." [Füru-u Kâfi, c.4, s.139, h:7]

 

Ben derim ki: Başka âlimlerin de dediği gibi, "kaza etmesi gerekir."

ifadesinden maksat, geri kalan oruçlarını tamamlamasıdır.

Bu an-lam ise, orucun iki ay peş peşe oluşundan çıkarılmıştır.

el-Kâfi adlı eserde ve Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'tan (a.s)

şöyle rivayet edilir: İmama, bir mümini kasten öldüren müminin

tövbesi kabul olur mu? diye soruldu. Buyurdu ki: "Eğer onu mümin

olduğu için öldürmüşse, tövbesi kabul olmaz. Şayet öfke veya herhangi

dünyevî bir sebepten dolayı öldürmüşse, onun tövbesi, ona

kısas uygulanmasıdır. Şayet onun katil olduğu bilinmezse, kendisi

maktulun velilerine gider ve suçunu itiraf eder. Eğer maktulun veli-

1- [c.1, s.265, h:230]

 

74 .............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

leri onu affeder, öldürmezlerse, onlara diyet vermesi gerekir. Bunun

yanında, Allah'a yönelik tövbenin bir ifadesi olarak bir köleyi

azat etmesi, peş peşe iki ay oruç tutması ve altmış yoksulu doyurması

da zorunludur." [Füru-u Kâfi, c.7, s.286, h:2 ve Tesir-ul Ayyâşî, c.1,

s.267, h: 239]

 

et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Sefatic'den,

o da İmam Sadık'tan (a.s), "Her kim bir mümini kasten

öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacagı cehennemdir." ayetiyle

ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Yani, onun cezası cehennemdir;

tâbi eğer Allah onu cezalandırırsa." [c.10, s.165, h:658]

Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen bir rivayeti, ed-Dürr-ül

Mensûr tefsirinde Taberanî ve başkaları tarafından Ebu

Hüreyre'den, o da Peygamberimizden (s.a.a) aktarmıştır. Bu rivayetler,

yukarıda da değindiğimiz gibi, ayetlerin kapsadığı incelikleri

içeriyorlar. Adam öldürme ve kısas uygulaması ile ilgili çok sayıda

hadis vardır. Dileyen hadis kaynaklarına başvurabilir.

Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Her kim bir mümini kasten öldürürse

cezası, içinde ebediyen kalacagı cehennemdir..." ayetiyle

ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayet Makîs b. Dabbabet-el Kenanî

hakkında indi. O, kardeşi Hişam'ı öldürülmüş olarak

Neccaroğulları kabilesinin bölgesinde bulmuştu. Gidip bu olayı

Resulullah'a (s.a.a) anlattı. Resu-lullah Kays b. Hilâl Fihrî'yi de yanına

vererek Benî Neccar kabilesine gönderdi ve şöyle dedi:

'Neccaroğullarına de ki: Eğer Hişam'ı öldürenin kim olduğunu biliyorsanız,

onu kardeşine teslim edin ki, kardeşinin öcünü alsın. Eğer

bilmiyorsanız, ona diyetini ödeyin.' Fihrî Peygamberimizin mesajını

iletti. Onlar da diyeti ödediler."

 

"Makîs Fihrî ile birlikte olduğu hâlde geri dönünce şeytan içine

bir vesvese verdi: 'Kardeşinin öcünü almadan diyet almış olmakla

bir şey yapmış olmuyorsun. Bununla yetinirsen, insanların dilinden

kurtulamazsın. Seninle beraber olan bu adamı öldür. Böylece ona

karşılık can almış olursun. Aldığın diyet de fazladan sana kalır.'

Şeytanın vesvesesine kanan Makîs arkadaşını bir kaya parçasıyla

 

Nisâ Sûresi 92-94 .................................. 75

 

vurarak öldürdü. Sonra bir deveye bindi ve kâfir olarak Mekke'ye

döndü. Ardından durumunu şu şiirle tasvir etti:

"Kardeşime karşılık Fihrî'yi öldürdüm ve kan bedelini de,

Fari bölgesinin sahibi Neccaroğullarından aldım.

Hem intikamımı aldım, hem de rahat uyuyabildim.

Ve ben putlara dönen ilk kişi oldum."

"Bunu haber alan Resulullah buyurdu ki: 'Ne Harem dışında,

ne de Harem bölgesinde ona eman vermeyeceğim.' Bu olayı,

Dahhak ve bir grup müfessir rivayet etmiştir." [Mecma-ul Beyan'-

dan aldığımız alıntı burada sona erdi.]

 

Buna yakın bir hadis Ibn-i Abbas, Said b. Cübeyr ve başkalarından

da rivayet edilmiştir.

 

Tefsir-ul Kummî'de, "Ey inananlar! Allah yolunda savaşa çıktıgınız

zaman..." ayeti ile ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayet,

Resulul-lah'ın (s.a.a) Hayber Savaşından dönüşünden sonra

Üsame b. Zeyd'i bir suvari birliği ile Fedek bölgesindeki bazı Yahudi

köylerine göndererek onları Islâm'a davet etmesi üzerine indi.

Bu köylerin birinde Mirdas b. Nehik el-Fedeki adında bir adam vardı.

Resulullah'ın (s.a.a) gönderdiği süvari birliğinin geldiğini fark

edince, ailesini ve mallarını alarak dağ tarafında bir yerde durup,

'Eşhedu enlâ ilâhe illallah ve enne Muham-meden Resulullah' diyerek

Üsame'yi karşılamağa koyuldu. Ancak Üsa-me b. Zeyd,

(Mirdas'ın şehadet getirmesini duyduğu hâlde geldi ve) bir mızrak

darbesiyle onu öldürdü."

"Resulullah'ın (s.a.a) yanına döndüğünde bunu haber verdi.

Resu-lullah (s.a.a) ona şöyle buyurdu: 'Allah'tan başka bir ilâh olmadığına

ve benim Allah'ın resulü olduğuma şahadet eden bir adamı

mı öldürdün?' Dedi ki: 'Ya Resulallah, o bunu öldürülmekten

kurtulmak için söyledi.' Resulullah (s.a.a) ona şöyle dedi: Sen, ne

onun kalbinin üzerindeki perdeyi araladın, ne diliyle söylediğini

kabul ettin, ne de içinde olanları bildin. [Peki bütün bunlara rağmen

onu ne diye öldürdün?]"

 

76 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

"Bunun üzerine Üsame b. Zeyd bir daha 'Eşhedu enlâ ilâhe illallah

ve enne Muhammeden Resulullah' diyen birini öldürmemeye

yemin etti. Bu yüzdendir ki, Emir-ül Müminin Hz Ali'nin (a.s) kimi

gruplara karşı başlattığı savaşlara katılmadı. Işte 'Size selâm verene,

dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, 'Sen mümin

degilsin' demeyin...' ayeti onun bu olayı üzerine indi."

Ben derim ki: Bu anlamı içeren bir hadisi Taberî kendi tefsirinde

Süddi'den rivayet eder. Ayetin iniş sebebine ilişkin birçok rivayet

de ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde yer alır. Bunların birinde, mezkur

olayın Mikdat b. Esved'in, diğer birinde Ebu Derda'nın, bir başkasında

da Mahlem b. Cessame'nin başından geçtiği belirtilir. Bir

diğerinde ise, katil ve maktulün adları verilmeyerek kıssa üstü kapalı

olarak sunulur.

Ne var ki, Üsame b. Zeyd'in bu yemini ve Hz. Ali'nin (a.s)

savaşlarına katılmadığı ve böylece ona mazeretini bildirdiği,

bilinen ve tarih kitaplarında zikredilen bir konudur. Yine de Allah

doğrusunu herkesten daha iyi bilir.

 

Nisâ Sûresi 95-100 ............................................................. 77

 

95- Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- (savaşa katılmayıp)

oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler

bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihat edenleri, derece

bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. Allah hepsine de (sevabın)

en güzelini vaat etmiştir; ama Allah mücahitleri, oturanlardan

üstün kılarak onlara büyük bir ecir vermiştir.

 

78 .............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

96- Kendi katından dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir

(onlara). Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

 

97- Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken; "Ne

yapmakta idiniz!" derler. Bunlar, "Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf

bırakılmış (mustazaf)lar idik." diye cevap verirler. Me-lekler de, "Allah'ın

yeri geniş değil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!" derler. Işte

onların varacağı yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!

 

98- Ancak erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz

olup zayıf bırakılanlar, hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol

bulamayanlar müstesnadır.

 

99- Işte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve

bağışlayıcıdır.

 

100- Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok

yer ve genişlik (bolluk ve imkân) bulur. Kim Allah ve Resulü

uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse,

artık onun mükâfatı Allah'a düşer. Allah da çok bağışlayıcı

ve esirgeyicidir.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

"Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- (savaşa katılmayıp) oturanlarla,

malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler bir olmaz."

Ayetin orijinalinde geçen "darar" kelimesi, cihat ve savaş yükümlülüğünü

engelleyecek şekilde vücutta körlük, topallık ve hastalık

gibi bir noksanlığın bulunması demektir. Mal ile cihat etmekten

maksat, din düşmanlarına karşı zafer kazanmak için malın Allah

yolunda harcanmasıdır. Can ile cihat ise, savaş demektir.

"Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." ifadesi

gösteriyor ki, "oturanlar"dan maksat, başkalarının cihada çıkmasının

yeterli geldiğinden, kendilerine ihtiyaç duyulmayan koşullarda

cihada çıkmayıp savaşı terk eden ve evlerinde kalanlardır. Şu

hâlde, tefsirini sunduğumuz bu ayet, insanları cihada teşvik etme

 

Nisâ Sûresi 95-100 ............................................ 79

 

ve bu sorumluluğu yerine getirme hususunda yarışmaya sevk etme

amacına yöneliktir.

 

Buna ilişkin bir kanıt, yüce Allah'ın önce özür sahiplerini istisna

etmesi, sonra oturanlarla cihada çıkanların bir olmadıklarına

hükmetmesidir. Oysa özür sahipleri de tıpkı oturanlar gibi, Allah

yolunda savaşan mücahitlerle aynı düzeyde değildirler. Yüce Allah-

'ın, özür sahibi olduklarından dolayı, savaşa katılmayanların uğradıkları

zarar ve kaybettikleri sevabı, iyi niyetlerine [yani, "Keşke

sağlam olsaydık da biz de onlarla beraber savaşsaydık" arzularına]

karşılık verdiği sevapla karşıladığını, telafi ettiğini söylesek bile,

kuşku yok ki cihat, şahadet veya Allah düşmanlarını yenilgiye

uğratmak, Allah yolunda savaşan mücahitlerin başkalarından üstün

ve ayrıcalıklı kılınması için bir meziyettir, bir fazilettir.

Kısacası bu ayet, müminleri savaşa teşvik etmeye, onları harekete

geçirmeye yöneliktir; hayırlar, faziletler ve değerler uğruna

yarışmaları için içlerindeki iman ruhunu uyandırmayı amaçlamaktadır.

"Allah, malları ve canları ile cihat edenleri, derece bakımından oturanlardan

üstün kılmıştır." Bu cümle, "bir olmaz" hükmünün bir gerekçesi

konumundadır. Bu yüzden atıf edatı veya başka bir bağlaçla

iki cümle birbirine bağlanmamıştır. Ayette geçen "derece"den

maksat, mertebe ve konumdur. "Dereceler" ise, mertebe üstüne

mertebe anlamını ifade eder.

 

"Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." Yani

yüce Allah, hem oturanlara, hem de mücahitlere veya mazeretsiz

oturanlarla, bir mazeretten dolayı oturanlara ve mücahitlere en

güzeli vaat etmiştir. Ayetin orijinalinde geçen "el-hüsna=en güzel"

kelimesi, mahzuf mevsufun vasfıdır. Güzel akıbet, güzel sevap vb.

gibi bir anlam taşır.

 

Bu cümleler, herhangi bir yanlış algılamayı dışlamayı amaçlamak-

tadır. Çünkü müminlerden olup cihada katılmayan bir kimse

"Mümin-lerden... oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yo-

 

80 .................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

lunda cihat edenler bir olmaz. Allah... cihat edenleri, derece bakımından

oturanlar-dan üstün kılmıştır." ifadesini duyduğu zaman

ne imanından, ne de sa-lih amellerinden dolayı eline hiçbir şeyin

geçmeyeceğini, hiçbir sevap elde edemeyeceğini vehmedebilir. Işte

böyle bir kuruntu, "Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat

etmiştir." ifadesiyle bertaraf ediliyor.

 

"Ama Allah mücahitleri, oturanlardan üstün kılarak onlara büyük

bir ecir vermiştir. Kendi katından dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir

(onlara)." Burada işaret edilen lütuf ve bağışlar (üstün kılma),

başta genel olarak sözü edilen lütuf ve bağışların (üstün kılmanın)

açıklaması, detaylandırması konumundadır. Bunun yanında bir diğer

noktaya da temas ediliyor. Şöyle ki: Müminlerin sadece, "Allah

hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." ifadesinin içerdiği

vaade güvenerek yan gelip yatmamaları ve neticede Allah yolunda

cihat görevlerini savsaklamaları yakışmaz; aksine hak mesajının

yücelmesi ve batılın yerle bir edilmesi hususunda ellerinden gelen

çabayı göstermeleri gerekir. Çünkü mücahitlerin oturanlara göre

fazladan elde ettikleri bağışlanma ve ilâhî rahmete nail olmak gibi

dereceler küçümsenemez.

 

Ayetin akışı birkaç açıdan ilgi çekicidir: Birincisi: Başlangıçta

mücahitler, "malları ve canlarıyla Allah yolunda" ifadesiyle

kayıtlandırılmış, ardından "malları ve canları ile", son olarak da

hiçbir kayıt olmaksızın zikredilmiştir. Ikincisi: Başlangıçta

üstünlükten söz edilirken, onun bir "derece" olduğuna değiniliyor;

ama sonra bunların "dereceler" olduğuna işaret ediliyor.

Birincisine gelince: Her şeyden önce ayetin akışı, cihat etmenin

oturmaktan üstün bir davranış olduğunu açıklamaya yöneliktir.

Üstünlük de cihadındır; ama nefsî ihtirasları tatmine yönelik değil,

Allah yolunda olduğu zaman; [yine üstünlük cihadındır] ama insanın

en değer verdiği mala bedel olduğu yani, insanın yanında en

değerli olan malın infak edildiği zaman ve maldan da değerli can

pahasına olduğu zaman. Işte bu nedenle başta, "malları ve canlarıyla

Allah yolunda cihat edenler" deniliyor. Bununla, meselenin

 

Nisâ Sûresi 95-100 .......................... 81

 

tüm açıklığıyla ortaya konulması, akla gelebilecek her türlü yanlışın

ortadan kaldırılması amacı güdülüyor.

Sonra "Allah malları ve canlarıyla cihat edenleri, derece bakımından

oturanlardan üstün kılmıştır." denilince, yukarıda açıkladığımız

açıdan artık söz konusu kayıtlara [malları ve canlarıyla

ifadelerine] yer verilmesine gerek duyulmadı. Çünkü önceki açıklama

sayesinde akla gelebilecek her türlü yanlış algılama kalkmıştı.

Fakat bu cümle, "Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat

etmiştir." ifadesine yakın bir yerde kullanıldığı için, ifadenin akışının

gereği olarak, bu üstün kılmanın sebebini de açıklamaya

ihtiyaç duyuldu. Bu da insanlarca tutkuyla sevilmelerine rağmen

Allah yolunda malın infak, canın da feda edilmesidir. Bu yüzden

"mücahitler"le ilgili bir kayıt olarak bu ikisinin zikredilmesiyle

yetinildi ve "malları ve canlarıyla cihat edenler" denildi.

Üçüncü kez "Allah mücahitleri, oturanlardan üstün kılarak onlara

büyük bir ecir vermiştir." denilmesine gelince, burada artık

kayıtların zikredilmesine gerek kalmamıştır, ne tümüne, ne de bazısına.

Bu yüz-den bütün kayıtlar bir kenara bırakılarak ifade mutlak

kullanılmıştır.

 

İkincisine gelince: "Allah, malları ve canlarıyla cihat edenleri,

derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır." ifadesinde geçen

"dereceten" kelimesi, cümle içinde gramatik açıdan "temyiz"

olmasından dolayı mansuptur. Dolayısıyla burada, üstünlüğü gerektiren

bu derecenin bir veya daha fazla olduğuna değinilmeksizin,

söz konusu üstünlüğün, yalnızca derece ve konum itibariyle

olduğunun açıklanması amaçlanmıştır.

 

"Allah mücahitleri, oturanlardan üstün kılarak onlara büyük

bir ecir vermiştir. Kendi katından dereceler... vermiştir (onlara)."

Bu ifadenin orijinalinde geçen "faddale" sözcüğü, "verme, bahşetme"

ve benzeri bir anlamı kapsıyor gibidir. "Kendi katından dereceler"

ifadesi, "büyük bir ecir" ifadesi bağlamında bedel ya da

atf-ı beyan konumundadır. Dolayısıyla şu anlamı elde ediyoruz: "Allah,

mücahitlere büyük bir ecir vererek onları verdiği veya sevap

 

82 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

olarak bahşettiği bu büyük ecirle oturanlardan üstün kılmıştır. Bu

büyük ecir ise, Allah katından olan derecelerdir."

 

Bu bakımdan ayet, başlangıç itibariyle mücahitlerin oturanlar

karşısındaki üstünlüklerinin, Allah katından bir derece dolayısıyla

olduğunu açıklıyor. Bu arada derecenin bir tane mi, yoksa daha

fazla mı olduğundan söz etmiyor. Sonunda ise bu derecenin bir

olmayıp birçok konum ve derece olduğunu açıklıyor ve bu derecelerin,

mücahitlere ödül olarak verilen büyük bir ecir olduğuna işaret

ediyor.

 

Buraya kadar yaptığımız açıklamalar ile, ayetin başında "derece",

sonunda ise "dereceler" şeklinde bir ifade kullanılması dolayısıyla

bazı zihinlerde bir çelişki varmış gibi bir kuruntunun uyanabileceği

problemini bertaraf ettiğimizi umuyoruz. Nitekim bazı tefsir

bilginleri de böyle bir problemi hissetmiş olacaklar ki, ondan kurtulmak

için çoğu ya da tümü zorlama ürünü olan birçok değerlendirmeler

sunma gereğini duymuşlardır.

 

Bunlardan birine göre; ayetin başında, mücahitlerin özür sahibi

olup da cihada katılmayanlardan bir derece, sonunda ise özür sahibi

olmadan cihada katılmayıp oturanlardan birçok derece üstün

oldukları kastedilmiştir.

 

Bir diğer yoruma göre; ayetin başında geçen "derece"den

maksat, ganimet almak ve iyi nam salmak gibi dünyevi mertebedir.

Sonundaki "dereceler"den maksat ise, uhrevi mertebelerdir ve

bu mertebeler dünyaya oranla çokturlar. Nitekim yüce Allah şöyle

buyuruyor: "Elbette ahiret, dereceler bakımından daha büyüktür."

(Isrâ, 21)

 

Söz konusu mevhum çelişki problemini aşma amaçlı bir diğer

yorumsa şöyledir: Ayetin başında işaret edilen "derece"den maksat,

Allah katındaki mertebedir ve bu manevî bir olgudur. Ayetin

sonundaki "dereceler"den maksat ise, cennetin konakları ve yüksek

dereceleridir. Bunlarsa somut olgulardır.

Ancak okuyucular, bu yorumların ayetin lafzı itibariyle bir kanıta

dayanmadığından haberdardırlar.

 

Nisâ Sûresi 95-100 ......................................................... 83

 

"Katından" ifadesinin orijinali olan "minhu" kelimesindeki zamir,

yüce Allah'a dönük olsa gerektir. "Bağışlama ve rahmet" kelimelerinin,

"dereceler"in açıklaması şeklinde algılanması durumu

da bizim bu açıklamamızı desteklemektedir. Çünkü bağış ve rahmet

Allah'tandır. Ancak zamirin daha önce zikredilen "ecir" kelimesine

dönük olması da mümkündür.

 

"Bagışlama ve rahmet..." ifadesinin zahiri, "dereceler" kelimesinin

açıklaması olduğunu gösteriyor. Çünkü dereceler yani, Allah

katındaki her türlü mertebe, bağış ve rahmetin nesnel karşılığıdır.

Önceki araştırmalarımızın birinde şunu öğrenmiş bulunuyorsunuz

ki: Rahmetin -yani, Allah'ın lütufta bulunup katından nimet bağışı

yapmasının- gerçekleşmesi, ancak ona ulaşmanın önündeki her

türlü engelin bertaraf edilmesi ile mümkün olabilir. Bu rahmet ise

mağfiret, yani bağışlamadan ibarettir.

 

Bunun bir gereği olarak, her nimet mertebesi ve her yüksek

menzil ve derece kendisinden sonraki mertebeye ve kendisinden

üstün dereceye oranla mağfiret ve bağışlama konumundadır. Dolayısıyla

uhrevî her türlü dereceler, yüce Allah'ın bağışı ve rahmetidirler.

Nitekim Kur'ân'-da rahmet veya ona yakın bir kavramın kullanıldığı

çoğu yerde bağışlamadan da söz ediliyor. "Bagışlama ve

büyük mükâfat onlarındır." (Mâide, 9) "Onlar için... bagışlanma ve

tükenmez bir rızk vardır." (Enfâl, 4) " Onlar için bagışlama ve büyük

mükâfat vardır." (Hûd, 11) "Orada Allah magfireti ve rızası

vardır." (Hadîd, 20) "Bizi bagışla, bize merhamet et!" (Bakara, 286)

gibi birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.

Ardından ayet, "Allah çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir." ifadesiyle

son buluyor. Bu iki ismin ayetin içeriğiyle münasebeti belirgindir.

Özellikle, "bagışlama ve rahmet" ifadesinden sonra yer almış

olması, bu ilişkiyi daha da belirgin hâle getirmektedir.

 

"Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken;" Ayetin orijinalinde

geçen "teveffâhum=canlarını alırken" fiili, mazi veya

müzari kipindedir. Aslı "tetevveffâhum"dur. Kullanımda hafiflik olsun

diye "tâ"ların biri düşürülmüştür. Şu ayette olduğu gibi:

"Nefislerine zulüm ederlerken meleklerin canlarını aldıgı

 

84 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

lerine zulüm ederlerken meleklerin canlarını aldıgı kimseler, 'Biz

hiçbir kötülük yapmıyorduk!' diye teslim olurlar." (Nahl, 28) [Bu ayette

canlarını alma anlamında kullanılan fiil "tetevvefâhum" şeklinde

geçer.]

 

Benzeri ayetten de anlaşıldığı gibi "zulüm"den maksat, onların

şirk yurdunda kalmak, kâfirler arasında yaşamak, dolayısıyla dini

bilgileri edinme ve dinin kulluk görevlerini yerine getirmedeki çağrısını

uygulamaya geçirme imkânından yoksun kalmak suretiyle

Allah'ın dininden ve dinin şiarlarını ikame etmekten yüz çevirmeleridir.

[Kulluk görevlerini rahat bir şekilde yerine getiremedikleri

şirk diyarını terk etmemeleridir.] "Ne yapmakta idiniz? derler. 'Biz

yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılmış (mustazaf)lar idik' diye cevap

verirler..." şeklinde başlayan üç ayetin akışı bu yorumu destekleyici

niteliktedir.

 

Yüce Allah, "Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun." (A'râf, 44

ve Hûd, 19) ayetlerinde, "zalimler" kavramını [nefse veya başkalarına

zulmetmeyi belirtmeksizin] mutlak olarak kullandıktan sonra,

"Onlar (insanları) Allah'ın yolundan alıkoyan ve onun egri olmasını

isteyenlerdir." buyurarak bu kelimeye açıklık getirmiştir. Dolayısıyla

bu iki ayetin, zulmü açıklamadaki ortak mesajı şudur: Zulüm,

Allah'ın dinine sırt çevirmek ve onun eğri, çarpık ve saptırılmış

olmasını istemektir. Bu anlam, tefsirini sunduğumuz ayetin

tasvir ettiği objektif durum [ve bizim az önce yaptığımız açıklama]

ile de örtüşmektedir.

 

"Ne yapmakta idiniz?" derler." Yani, dini yaşama bağlamında durumunuz

neydi? Ayetin orijinalinde geçen "fîme" bileşiğinin sonundaki

"me" edatı, soru edatı olan "ma" kelimesinin kısaltılmış

şeklidir, ki kullanım hafifliği sağlamak amacıyla sonundaki "elif"

harfi hazfedilmiştir.

 

Ayette genel olarak, rivayetlerde "Kabir Sorgusu" olarak nitelenen

olaya yönelik bir işaret vardır. Bilindiği gibi kabir sorgusu,

ölümün gerçekleşmesinden sonra meleklerin ölünün dinini sormalarına

denir. Şu ayet de buna delâlet etmektedir: "Nefislerine zul-

 

Nisâ Sûresi 95-100 .................................................... 85

 

mederken meleklerin, canlarını aldıgı kimseler, 'Biz hiçbir kötülük

yapmıyorduk!' diye teslim olurlar. 'Hayır, Allah sizin yaptıklarınızı

elbette çok iyi bilendir. O hâlde, içinde sürekli kalacagınız

cehennemin kapılarından girin! Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!

(Kötülüklerden) sakınanlara, 'Rabbiniz ne indirdi?' denildiginde,

'Hayır( indirdi)! derler." (Nahl, 28-30)

 

"Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılan (mustazaf)lar idik,

diye cevap verirler. Melekler de, 'Allah'ın yeri geniş değil miydi?

Onda hicret etseydiniz ya!' derler." Meleklerin "Ne yapmakta idiniz?"

sorusu, dinsel açıdan yaşadıkları duruma ilişkindir. Bu soruya

muhatap olan kimseler de dinsel açıdan iyi bir duruma sahip

olmayan kimselerdir. Bu yüzden sebebi [yani, dini yaşamamalarına

sebep olanı] müsebbebin [yani, kendi durumlarını anlatmalarının]

yerine koymak suretiyle cevap veriyorlar. Şöyle ki; onlar, güç

sahibi müşriklerin egemen olduğu bir yerde dini yaşama imkânını

bulamıyorlardı. Çünkü bu müşrikler, onları çaresiz ve zayıf düşürüyor,

güçlenmelerine engel oluyorlardı. Böylece dinin öngördüğü şeriata

ve yasalara sarılıp, uygulamaya geçirerek pratik hayatta yaşamalarına

imkân vermiyorlardı.

 

Şayet doğru söylüyorlarsa, zayıf düşürülmüş olmaları, kendilerinin

şirk yurdunda yerleşik bir hayat yaşıyor olmalarından kaynaklanıyordu.

Çaresiz ve zayıf bırakılmaları, yaşadıkları yurdun müşriklerin

egemenlikleri altında olmasından ileri geliyordu. Ancak [ortada

bir başka gerçek de var. O da şu ki,] o egemen müşrikler

dünyanın her tarafına ve onların yaşadıkları yerin dışında başka

yerlere de egemen değillerdi ya! Dolayısıyla bu adamlar her hâlükârda

mustazaf (zayıf düşürülmüş) değillerdi. Yani, zayıflıkları sadece

içinde bulundukları ortam için geçerliydi. Onu da, o yurdu

terk etmek ve çıkıp gitmek suretiyle değiştirmek ellerindeydi.

Bu yüzden melekler, onların mustazaflık iddialarını yalanlayarak

yeryüzünün Allah'ın arzı olduğu ve Allah'ın arzının da, içinde

yaşadıkları ve ayrılmadıkları yerden çok daha geniş olduğunu vurgulayarak

bahanelerini boşa çıkarıyorlar. Çünkü, göç etmek sure-

 

86 ............ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

tiyle zayıf düşürüldükleri yerden ve ortamdan kurtulmaları mümkündü.

Dolayısıyla mustazaflık bağından kurtulacak güçleri olduğu

için onlar gerçek mustazaflar değillerdi. Demek ki bu durumu,

kendi kötü tercihleri sonucu seçmişlerdi.

 

"Allah'ın yeri geniş degil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!"

cümlesindeki soru, "Ne yapmakta idiniz?" ifadesinde olduğu gibi,

ayıplama ve kınama amaçlıdır. Daha önce yer verdiğimiz Nahl suresinin

ilgili ayetlerinin akışından da anlaşıldığı gibi bu soruların ilkinin

["Ne yapmakta idiniz?"], durumun tespitine [ve dinsel açıdan

nasıl bir duruma sahip olduklarına] yönelik olması mümkündür.

Çünkü, Nahl suresinden anlaşıldığı kadarıyla bu tür soru, hem zalimlere,

hem de muttakilere yönelik bir sorudur ve kınama amaçlı

değildir. Ikincisi ise ["Allah'ın yeri geniş degil miydi?..."], her hâlükârda

kınama amacına yöneliktir.

 

Melekler, yeri Allah'a izafe ederek zikrediyorlar. Burada yüce

Allah'ın önce arzı geniş kıldığına, sonra insanları imana ve amele

davet ettiğine işaret ediliyor. Iki ayetten sonraki "Allah yolunda

hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve genişlik bulur."

ayeti de bu gerçeğe işaret etmektedir.

 

Yerin "geniş" olarak nitelendirilmesi, hicret etmeyi; "Onda hicret

etseydiniz ya! "ifadesi şeklinde kullanmayı gerektirmiştir. Yani,

yerin bir bölgesinden bir diğer bölgesine göç etseydiniz ya! Şayet

genişlik tasavvur edilmeden bir ifade kullanılsaydı, "Ondan hicret

etseydiniz" denilmesi uygun düşerdi.

 

Ardından yüce Allah, meleklerle onların bu söyleşini gözler önüne

serdikten sonra şu hükmü veriyor: "İşte onların varacagı yer

cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!"

 

"Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup zayıf bırakılanlar...müstesnadır." Bu cümledeki istisna münkatı yani kopuk

istisnadır. Bunlarla ilgili olarak ayette söz konusu edilen anlamda

"zayıf bırakılmışlar" (mustazaflar) tabirinin kullanılması, yukarıda

[önceki ayette] sözü edilen "zalimlerin", aslında musta-zaf olmadıklarına

işaret etmeye yöneliktir. Çünkü onlar zayıflık kaydını ü-

 

Nisâ Sûresi 95-100 ................................................. 87

 

zerlerinden kaldırabilecek güçtedirler. Asıl zayıflar, bu ayette sözü

edilenlerdir. Erkekler, kadınlar ve çocuklar şeklinde ayrıntılı bir açıklamaya

gerek duyulması, ilâhî hükmü açıklama ve yanlış algılamalara

meydan vermeme amacına yöneliktir.

 

"hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar"

ifadesine gelince, burada kullanılan "hîle" kelimesi, "haylûle" (engel,

mani, önlem) kökünden şekil ve biçim ifade eden mastar kipi

gibidir. Sonra alet anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla iki şey arasında

bir engel ve önlem bulmaya ulaştırıcı araç anlamını ifade

eder. Ya da bir şeyi elde etme veya bir başka hâle geçme anlamını

ifade eden bir hâl veya bunun dışında bir hâldir. Bu ifade, genelde

gizlice yapılan ve yerilen işlerle ilgili olarak kullanılır. Her hâlükârda

kelimenin kök anlamında, Ragıb'ın el-Müfredat adlı kitabında

belirttiği gibi, değişim anlamı vardır.

 

Bu durumda şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Onlar, müşriklerin

kendilerine yönelttikleri zayıf bıraktırıcı baskıyı engellemeye

güç yetiremiyorlar; onların bu tür baskılarını defetmek için hiçbir

engel bulamıyorlar. Bundan kurtulmalarını sağlayacak bir yol elde

etme imkânına da sahip değiller."

 

Ayetin akışından anlaşıldığı üzere, "yol" kavramı geneldir; gözle

görülen ve görülmeyen her türlü yolu [yani, tüm çare yollarını]

kapsamına almaktadır. Şöyle ki; bu kavram burada, anlam olarak

Mekkeli Müslümanların Medine'ye hicret etmek için kullandıkları

normal yol gibi maddî yolu içerdiği şekilde, manevî yolu da kapsar.

Dolayısıyla buradaki yoldan maksat, onları müşriklerin elinden, işkence

ve fitnelerine duçar ederek zayıf düşürme girişimlerinden

kurtaracak her türlü çözüm yoludur.

 

MUSTAZAFLIK ÜZERINE

 

Ayetten anlaşıldığına göre, dinsel konular bağlanımda cahillik,

insanın kendisinden kaynaklanmayan bir kusurdan veya yetersizlikten

ileri geliyorsa, bu insan Allah katında mazurdur.

 

88 ............... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah, dini bilmemeyi ve

dinsel şiarları egemen kılmaktan alıkonmanın her türlüsünü, ilâhî

affın kapsamına girmeyen zulüm olarak nitelendiriyor. Sonra

mustazafları (zayıf bırakılmışları) bu genellemenin dışında tutuyor,

zayıf bırakıldıkları için de mazeretlerini kabul ettiğini belirtiyor. Ardından

onları, başkalarını da kuşatacak bir nitelikle yani, karşılaştıkları

engeli kendilerinden defedecek imkânı bulamamak ve hiçbir

çareye güç yetirememek vasfıyla tanımlıyor.

 

Bu anlam, etrafı kuşatılmış bir yerde tutulan ve bu nedenle dini

bilen, dinin ayrıntılarından haberdar olan bir âlim bulunmadığı

için dinsel bilgileri öğrenemeyen ya da bu bilgilere sahip olduğu

hâlde dayanılmaz ağır işkencelerden dolayı onları pratize etmenin

bir yolunu bulamayan, bunun yanında düşünce zayıflığı, hastalık,

bedensel noksanlık veya malî yetersizlik gibi bir olumsuzluk yüzünden

bulunduğu yerden çıkamayan, Islâm yurduna hicret edip

Müslümanlara katılamayan bir kimse için geçerli olduğu gibi, zihni

dinsel bilgiler bağlamında sabit gerçekleri kavrayamayan, düşünsel

olarak hakka ulaşamayan, hakka karşı inatçı, burun kıvırıcı bir

tavrı kesinlikle söz konusu olmadığı ve hattâ hâkkın net bir şekilde

önüne konulması durumunda ona kesinlikle tâbi olacağı hâlde

değişik etkenler yüzünden hakkı algılayamayan bir kimse için de

geçerlidir.

 

Böyle bir insan da mustazaftır; zayıf düşürülmüş, aciz ve çaresizdir;

[içinde bulunduğu olumsuz koşullardan çıkacak ve] herhangi

bir yol bulacak durumda değildir. Bunun böylesi bir konuma

düşmesindeki etken, hak ve din düşmanları tarafından kılıç ve

kırbaç zoruyla kuşatılıp çıkış yolu bulamaması değil kuşkusuz. Bilâkis

onu başka faktörler zayıf düşürmüş, sonuç itibariyle de gafleti

ona musallat kılmıştır. Dolayısıyla böyle bir gafletin etkisine giren

insan artık hiçbir çareye güç yetirmez ve böyle bir cehaletin

pençesindeki insan da hiçbir yol bulmaz mustazaftır.

Gerçekte nedenin genelliğini vurgulamaya yönelik olan bu ayetin

mutlak açıklamasından hareketle bu sonuca varıyoruz. Bu

 

Nisâ Sûresi 95-100 ...................... 89

 

anlamı, bunun dışında başka ayetlerden de algılayabiliriz: "Allah

her şahsı, ancak gücünün yettigi ölçüde mükellef kılar. Herkesin

kazandıgı iyilik lehine, ettigi kötülük de aleyhinedir." (Bakara, 286)

Bu ayet gereği, hak-kında gafil olunan şey insanın gücü dâhilinde

değildir. Yine, bir engel yüzünden insanın yapamadığı bir şey de

onun gücü dâhilinde sayılmaz.

 

Bakara suresinin konuyla ilgili bu ayeti, insanın gücünün üstündeki

teklifi kaldırdığı gibi, mazeret yerlerini [mazur görülme durumlarını]

belirlemek ve gerçek mazereti bahaneden ayırt etmek

için genel bir ilkeyi koyuyor. Şöyle ki fiil, insanın kendi kazanmasına

ve seçimine dayandırılmalı, alıkonduğu şeyden alıkonuluşunda

kendi etkisi ve katkısı olmamalı.

 

Buna göre, dinden bütünüyle habersiz olan veya hak nitelikli

dinsel bilgilerin bir kısmını bilmeyen cahil insanın bu cehaleti [ve

dinî vazifeyi terk edişi], kendisinin kusurundan veya kötü seçiminden

kaynaklanıyorsa, bu terk etmişlik ona isnat edilir ve kendisi

günahkâr sayılır.

 

Şayet dinde cahil olması ve görevini yerine getirmemesi kendi

kusuruna veya buna yol açacak kimi ön davranışlarına

dayanmıyorsa, aksine cahilliği veya gafleti ya da amel etmemeyi

ona dayatan dış faktörlerden kaynaklanıyorsa, bu tarz bir dini terk

etmişlik kişinin tercihine isnat edilmez. Böyle bir insan günahkâr,

taammüden muhalefet eden, hakka karşı burun kıvıran müstekbir

ve körü körüne inkârcı kabul edilmez. Dolayısıyla böyle bir insan

eğer iyilik [olarak bildiği bir şeyi] kazanmışsa lehinedir, kötülük [olarak

bildiği bir şeyi] de kazanmışsa aleyhinedir. Şayet [yaptığı işin

iyi ya da kötü oluşundan habersiz kaldığı için, iyilik veya kötülük

unvanıyla] bir şey kazanmamışsa, lehine veya aleyhine de bir şey

yok demektir.

 

Bundan da anlaşılıyor ki mustazaf insan, herhangi bir iş kazanmak

durumunda olmadığı için eli boş insandır, lehinde ve aleyhinde

olacak bir şeye sahip değildir; onunla ilgili hüküm Allah'a

kalmıştır. Nitekim bu, mustazaflarla ilgili ayetten sonra yer alan,

 

90 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

"İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve bagışlayıcıdır."

ayeti ile başka suredeki ayetten anlaşılmaktadır: "Başka

ları da vardır ki Allah'ın emrine bırakılmışlardır. O, onlara ya

azap eder ya da onları affeder. Allah bilendir ve hikmet sahibidir."

(Tevbe, 106) Ve Allah'ın rahmeti gazabından öndedir.

 

"İşte bunları, umulur ki Allah affeder." Bunlar, bilmeyişleri bir

mazerete dayandığı için kötülüğü kazanmamışlardır. Ancak daha

önce de vurguladığımız gibi insan, mutluluk ve mutsuzluk arasında

hareket etmektedir. Mutluluğu kendi üzerine çekmemiş olması

onun için yeterli bir mutsuzluktur. Dolayısıyla bu durumdaki bir insan,

iyi olsun, bozguncu olsun ya da hiçbiri olmasın, özü itibariyle

mutsuzluğun izlerini silip etkilerini gideren ilâhî aftan müstağni

değildir. Yüce Allah'ın ["Işte onları, umulur ki Allah affeder." sözüyle]

onların affedilmeleri umudundan söz etmesi, bu gerçeğe

yönelik bir işarettir.

 

Onların affedilebilecekleri umudundan söz edilip ardından, affın

onları kapsayacağına yönelik bir işaret içeren "Allah çok affedici

ve bagışlayıcıdır." ifadesine yer verilmiş olması, onların, "varacakları

yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!" ifadesiyle,

yerlerinin kötü bir varış yeri olarak cehennem olacağı vaat

edilen zalimler grubundan istisna edilir şekilde zikredilmiş olmalarından

dolayıdır.

 

"Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve

genişlik bulur." Ayetin orijinalinde geçen "murâğemen" kelimesinin

kökü olan "er-reğâm" ile ilgili olarak Ragıp el-Isfahanî der ki: "er-

Reğâm", yumuşak toprak demektir. Araplar, "Rağime enfu fulanin

rağmen=burnu toprağa sürtüldü" derler. "Erğamehu gayruhu=

başkası onun burnunu yere (toprağa) sürdü" şeklinde de kullanılır.

Bununla kızgınlığı, öfkeyi ifade ederler. Şairin şu beyti buna

örnektir:

 

"O burunlar yere sürtüldüğü zaman onları hoşnut etmem.

Onlardan özür dilemem; aksine kızgınlıklarını arttırırım."

 

Nisâ Sûresi 95-100 ..................................................... 91

 

Şiirde, söz konusu kelimeye karşılık olarak "hoşnut etme" ifadesinin

kullanılması, bu kelimenin kızdırma anlamını içerdiğine

dikkatimizi çekmektedir. Buna dayanarak, "Erğamellahu enfehu

ve erğame-hu=Allah onun burnunu sürttü, ona kızdı",

"Râğamehu=iki kişi birbirini kızdırıp öfkelendirmeye çalıştılar, her

biri karşı tarafın burnunu sürmek için gayret gösterdi" denilmiştir.

Sonra "murâğeme" kelimesi, istiare yoluyla çekişip münakaşa,

kavga etmek anlamında kullanılmaya başladı. Yüce Allah bir ayette

şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde gidecek birçok yer... bulur."

"Murağemen kesîren" yani, öfkelenmesini gerektiren kötü bir şey

gördüğünde ondan kaçacak bir yer bulur. Bu tıpkı; "Falandan kızdığım

için falana gittim, ona yöneldim" demeye benzer. [Müfredat'tan

alınan alıntı burada sona erdi.]

 

Şu hâlde ifadenin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: Kim

Allah yolunda, yani bilgi ve amel düzeyinde dini yaşamak suretiyle

O'nun rızasını elde etmek amacıyla hicret ederse, yeryüzünde bu

amacını gerçekleştirmesine elverişli birçok yer bulur. Her ne zaman

Allah'ın dinini pratikte uygulamasına yönelik bir engelle karşılaşırsa,

dinini yaşamasına engel olan gücün burnunu sürtmek,

onu öfkelendirmek ya da onunla çekişip mücadele vermek amacıyla

oradan hicret ederek başka bir yerde dinini özgürce yaşama

imkânını, ayrıca yeryüzünde genişlik, bolluk ve birçok imkân bulur.

Yüce Allah bu ayetlerin öncesinde, "Allah'ın yeri geniş degil

miy-di?" buyurmuştur. Bu ifadenin ayrıntısı konumunda olan bu

ayetin, [hiçbir kayda yani, Allah yolunda ifadesine yer vermeksizin],

"Hicret eden kimse yeryüzünde genişlik bulur." cümlesi şeklinde

olması gerekirdi. Ancak Allah yolunda gitmek ve ilâhî yolu

sulûk etmek isteyenler için, yeryüzü genişliğinin bir gerekçesi olarak

"birçok gidecek yer" ifadesine de ek olarak yer verilmesi nedeniyle,

"hicret etme" de "Allah yolunda olmak" şeklinde kayda

bağlanmıştır ki, ifadenin ana mesajıyla örtüşsün. Bu ana mesaj ise,

şirk düzeninin egemen olduğu bir ortamda yaşamaya devam

eden müminlere yönelik bir öğütten ibarettir. Yani, ayet onları tah-

 

92 ........... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rik edip coşkulandırmaya, hicrete teşvik etmeye ve [moral destek

sağlayarak] yüreklerini hoş tutmaya yönelik bir mesaj konumundadır.

"Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar..." Allah

ve Resulü için göç etmek, Allah'ın kitabını ve Peygamberin sünnetini

öğrenip amel etme imkânı bulunan Islâm yurduna hicret etmekten

kinayedir.

 

Ölümün yetişmesi, istiare yoluyla ölümün normal biçimde vuku

bulması ve beklenmedik şekilde gerçekleşmesinden kinayedir.

[Yoksa "idrak" kelimesinin asıl lügat anlamı burada kastedilmemiştir.]

Çünkü ayetin orijinalindeki "yudrik" kelimesinin mastarı

olan "idrak" kelimesi, gerideki kişinin öncekinin ardından koşup

ona yetişmesi demektir. [Oysa insanın ölümü, insandan geri kalmamıştır

ki, ardından gelip ona varmış olsun.]

 

Yine mükâfatın Allah'a düşmesi de, ecir ve sevabın O'nun için

gerekli olması ve bunu uhdesine alması demektir. Demek ki orada

güzel bir ecir, sınırsız bir sevap vardır ve Allah onu eksiksiz şekilde

kesinlikle hicret eden kuluna bahşedecektir. Allah bu vaadini,

kendisine hiçbir şeyin ağır ve zor gelmediği, hiçbir şeyin aciz bırakamadığı

ve ettiği iradeyi hiçbir şeyin engelleyemediği ulûhiyet

makamıyla gerçekleştirir. Ve O sözünden dönmez. Ayetin, "Allah

da çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir." cümlesiyle son bulması, ödül

ve sevabın eksiksiz verilmesinin bu güzel vaadin ayrılmaz bir parçası

olduğunu vurgulamak ve pekiştirmek içindir.

 

Yüce Allah bu ayetlerde müminleri, diğer bir ifadeyle iman iddiasında

bulunanları, iman yurdunda ve şirk yurdunda yaşıyor olmak

bakımından çeşitli kısımlara ayırıyor ve bu grupların her birinin

konumuna uygun olarak alacağı karşılığı (mükâfatı) açıklıyor.

Bunu da bir öğüt, bir uyarı ve iman yurduna hicret etmeye yönelik

bir teşvik unsuru olması, iman yurdunda toplanılması, Islâm toplumunun

güçlendirilmesi, iyilik ve takva üzere birlik ve dayanışma

içinde olunması, hak mesajın yüceltilmesi, tevhit bayrağının ve din

sancağının dalgalandırılması amacıyla yapıyor.

 

Nisâ Sûresi 95-100 ............................ 93

 

Bunlar içinde bir grup Islâm yurdunda yaşıyor. Mallarıyla ve

canlarıyla Allah yolunda cihat edenler, mazeretsiz oturanlar ve bir

mazereti bulunduğu için oturanlar bu grupta yer alırlar. Allah hepsine

de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir; fakat Allah cihat edenleri,

derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.

 

Diğer bir grup ise, şirk yurdunda yaşıyor. Bunlar zalimdirler. Allah

yolunda hicret etmezler. Bu yüzden varacakları yer cehennemdir;

orası ne kötü bir varış yeridir!

 

Fakat bunların arasında da zalim olmayan zayıf düşürülmüş

bir grup vardır. Bir çözüm bulma imkânından yoksundurlar, bir çıkış

yolu da bulamıyorlar. Bunlar aciz olup hiçbir çareye güç yetiremeyen

ve hiçbir yol bulamayan mustazaflardır. Işte bunları, yüce

Allah'ın affetmesi umulur. Yine bunlar arasında yer alan bir diğer

grup da, Allah ve Resulü uğrunda hicret etmek üzere evlerinden

çıkan, ama sonra kendisine ölüm gelip yetişen kimselerdir. Ki bunların

ecri, mükâfatı Allah'a düşer.

 

İniş sebebi, Resulullah efendimiz (s.a.a) zamanında Medine'ye

hicretiyle Mekke'nin fethi arasındaki döneme tekabül eden Arap

yarımadasındaki Müslümanların durumu ile ilintili olsa da, ayetlerin

içeriği bütün zamanlardaki tüm Müslümanlar için geçerlidir. O

dönemde yeryüzü iki kısma ayrılmıştı. Bir kısmı Islâm yurduydu,

Medine ve çevresinin temsil ettiği bu bölgede Müslümanlar dinlerini

özgürce yaşıyorlardı. Bazı müşrik gruplar ve diğer dinlere mensup

topluluklar da burada yaşıyorlardı. Ancak antlaşma ve benzeri

akitlerden dolayı Müslümanları rahatsız etmezlerdi ve bu nedenle

aralarında bir çatışma, bir sürtüşme olmazdı.

 

Diğer bir kısmı ise şirk yurduydu. Mekke ve çevresinin temsil

ettiği bu yurtta, egemenlik müşriklerin elindeydi ve buraları putperest

inanç sistemleri doğrultusunda idare ediyorlardı. Müşrikler bu

topraklarda yaşayan Müslümanlara dinlerini yaşamalarından dolayı

yoğun baskı uyguluyorlardı, onları ağır işkencelerden geçiriyor,

dinlerinden dönmelerini sağlayacak yoğun bir dayatma tatbik ediyorlardı.

 

94 ............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Ama ayetlerin ana fikri daima tüm Müslümanlar için geçerlidir.

Buna göre bir Müslüman dinini öğrenebileceği, dininin şiarlarını

egemen kılabileceği, dinin hükümlerini pratikte uygulayabileceği

bir yerde yaşamakla yükümlüdür. Bir yerde dinini

öğrenemiyorsa, dininin hükümlerini pratikte uygulamasına izin

verilmiyorsa -orası ismen Islâm yurdu olsun veya şirk yurdu fark

etmez- oradan hicret etmekle yükümlüdür. Çünkü günümüzde isimler

değişime uğramış, isimlerin müsemması, nesnel karşılığı

ortadan kaybolmuştur. Insanların dini sadece kimliklerinde yazılır

olmuştur. Günümüzde Islâm kuru bir isimdir artık. Islâm isimlendirmesinde

Islâmî öğretilere inanmak ve Islâmî hükümleri uygulamak

ilkesi esas alınmıyor.

 

Kur'ân ise, hükmünü Islâm'ın hakikatini baz alarak veriyor; Islâm

ismini değil. Insanları, Islâm ruhunu taşıyan amellere teşvik

ediyor, şeklî ve ruhsuz tavırlara değil. Nitekim yüce Allah Kur'ân'ın

değişik ayetlerinde şöyle buyurmuştur:

"(Iş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla

olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi

için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur. Erkek

olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak (birtakım) iyi işler

yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı

kadar bile zulmedilmez." (Nisâ, 123-124) "Şüphesiz inananlar, Yahudiler,

Hıristi-yanlar ve Sabiîlerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp

iyi işler yapanlara, Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar

için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. " (Bakara, 62)

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre Ibn-i Cerir, Ibn-i

Münzir, Ibn-i Ebi Hatem, Ibn-i Mürdeveyh ve Beyhaki kendi Süneninde

Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Mekkelilerden bir topluluk

Müslüman oldu. Bunlar Müslümanlıklarını gizliyorlardı. Müşrikler

Bedir Günü onları da yanlarında savaşa götürdüler. Bazısı yaralandı,

bazısı da öldürüldü. Bunun üzerine Müslümanlar dediler

 

Nisâ Sûresi 95-100 ....................................................... 95

 

ki: 'Bu Müslümanlar bizim arkadaşlarımızdı. Bunlar zorla savaşa

getirildiler.' Böylece hata ettiklerini düşünerek Allah'tan onlar için

bağışlanma dilediler. Bunun üzerine, 'Melekler, nefislerine zulmedenlerin

canlarını alırken...' ayeti indi."

Ibn-i Abbas daha sonra şöyle dedi: "Bu ayetin indiği, [Medine'-

deki Müslümanlar tarafından] Mekke'de kalmaya devam eden

Müslümanlara bildirilerek, orada kalmalarının hiçbir mazeretle caiz

olmayacağı belirtildi. Bunun üzerine Mekke'den ayrıldılar. Fakat

müşrikler onları yakaladılar ve çeşitli baskılar uyguladılar. Bunun

üzerine şu ayet indi: 'İnsanlardan kimi vardır ki, Allah'a inandık,

der; fakat Allah ugrunda kendisine eziyet edilince insanların işkencesini,

Allah'ın azabı gibi sayar.' (Ankebût, 10) Müslümanlar bu

ayeti de onlara duyurdular. Bunun üzerine üzüldüler, büyük bir karamsarlığa

kapıldılar. Onlarla ilgili olarak şu ayet indi:

"Sonra Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret edip, ardından

da savaşan ve sabredenlerin yanındadır. Bütün bunlardan

sonra Rabbin elbette çok bagışlayan ve esirgeyendir." (Nahl, 110)

Bu sefer onlara bu ayetin indiği haber verildi, Allah'ın kendileri için

bir çıkış kapısı gösterdiği duyuruldu ve Mekke'den çıkmaları istendi.

Onlar da Mekke'yi terk ettiler. Fakat müşrikler yetişip onlarla

savaştılar. Kurtulan kurtuldu, ölen öldü."

 

Aynı eserde belirtildiğine göre, Ibn-i Cerir ve Ibn-i Ebi Hatem,

Dahhak'tan bu ayetle ilgili olarak şöyle rivayet etmişlerdir: "Burada

kastedilenler, bir grup münafıktır. Bunlar Resulullah (s.a.a) ile

birlikte Medine'ye hicret etmeyip Mekke'de kaldılar. Sonra Kureyş

müşriklerinin saflarında Bedir Savaşına katıldılar. Böylece Bedir

yaralıları ve ölüleri arasında onlardan da bazı kimseler vardı. Yüce

Allah bu ayeti onlar hakkında indirdi."

 

Aynı eserde, Ibn-i Cerir'in ayetle ilgili olarak Ibn-i Zeyd'den şöyle

rivayet ettiği belirtilir: "Peygamberimiz (s.a.a) gönderilince, onun

gönderilişiyle birlikte insanların gerçek siması, içlerindeki iman ve

nifak nişaneleri de belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Bazı insanlar

ona gelir, 'Ey Allah'ın Resulü, biz Müslüman olmamız durumunda

 

96 ............... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

şu kavmin bize işkence etmesinden, bize şunu şunu yapmasından

korkuyoruz. Fakat, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah-

'ın Resulü olduğuna şahitlik ediyoruz.' derlerdi. Bunu her fırsatta

ifade ederlerdi. Bedir günü müşrikler harekete geçtiler ve 'Bize katılmayan

biri olursa evini yıkarız, malını kendimize mubah sayar el

koyarız.' dediler. Bu tehdit karşısında, Resulullah'a (s.a.a) o sözü

söyleyenler de müşriklerin safında savaşa katıldılar. Bunların bir

kısmı öldürüldü, bir kısmı da Müslümanlara esir düştü."

"Bunlardan öldürülenler hakkında yüce Allah buyurdu ki: Melekler,

nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken... 'Allah'ın yeri

geniş degil miydi? Onda göç etseydiniz ya!' -sizi zayıf düşürenleri

terk etseydiniz ya!- derler. Işte onların varacagı yer cehennemdir;

orası ne kötü bir varış yeridir!"

"Sonra Allah, gerçekten zayıf olan samimi insanların mazeretini

kabul etti ve şöyle buyurdu: 'Ancak erkekler, kadınlar ve çocuklardan

(gerçekten) aciz olup zayıf bırakılanlar, hiçbir çareye

gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır.' Bunlar

göç için yola çıkacak olurlarsa helâk olurlar, müşrikler tarafından

öldürülürler. 'Işte bunları umulur ki Allah affeder.' Yani, müşrikler

arasında yaşamalarını bağışlaması ümit edilir."

"Tutsak edilenlerse şöyle dediler: 'Ya Resulullah! Biliyorsun ki

biz, senin yanına geliyor ve Allah'tan başka ilâh olmadığına, senin

de Allah'ın elçisi olduğuna şahitlikte bulunduğumuzu söylüyorduk.

Biz, can korkusuyla bu kavmin saflarında savaşa katıldık.' Yüce Allah

onlar hakkında şu ayeti indirdi:

"Ey Peygamber! Elinizde bulunan esirlere de ki: Eger Allah

kalplerinizde bir hayır oldugunu bilirse, sizden alınandan (fidyeden)

daha hayırlısını size verir ve sizi bagışlar. -Peygambere

(s.a.a) karşı müşriklerle birlikte savaşa katılmanızı affeder.- ...Eger

sana hainlik etmek isterlerse, (bilsinler ki esasen) daha önce Allah'a

hainlik etmişlerdi, -müşriklerin safında savaşa çıkmışlardı,-

Allah da bundan ötürü onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti."

[Enfâl, 70-71]

 

Nisâ Sûresi 95-100 ...................... 97

 

Aynı eserde Abd b. Hamid, Ibn-i Ebi Hatem ve Ibn-i Cerir kanalıyla

Ikrime'nin, "Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken,

'Ne yapmakta idiniz?' derler... orası ne kötü bir varış yeridir!"

ayetiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Bu ayet Kays

b. Fakih b. Müğire, Haris b. Zemaa b. Esved, Kays b. Velid b.

Müğire, Ebu'l As b. Münebbih b. Haccac ve Ali b. Ümeyye b. Halef

hakkında inmiştir."

 

"Kureyş müşrikleri ve onlara tâbi olanlar, Ebu Süfyan'ı ve

Kureyş'in kervanını Resulullah (s.a.a) ve ashabına karşı savunmak

ve Nahle Günü ellerinden alınan malların telafisini çıkarmak, onları

geri almak için harekete geçince, Müslüman olan bazı gençleri

de zorla beraberinde götürdüler. Ancak beklenmedik bir şekilde iki

ordu Bedir'de karşı karşıya geldi. Böylece yukarıda isimlerini saydığımız

kimseler, Islâm'dan döndüler ve Bedir'de kâfir olarak öldürüldüler."

Ben derim ki: Ehlisünnet kaynaklarında aktarılan bu anlama

yakın rivayetlerin sayısı oldukça çoktur. Bunlar zahiren ayete uyarlama

gibi görünüyorlarsa da güzel bir uyarlamadır.

 

Bundan ve sonraki ayetlerden algıladığımız en önemli hususlardan

biri, Peygamberimizin (s.a.a) hicretinden önce de, sonra da

Mekke'de münafıkların bulunmasıdır. Inşallah Tevbe suresinin tefsiri

çerçevesinde münafıkların durumunu incelerken, bu realitenin

gözlemlerimiz üzerinde büyük etkisi olacaktır.

 

Aynı eserde, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir ve Ibn-i Ebi Hatem kanalıyla

Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilir: "Mekke'de Bekiroğullarından

Damre adında bir adam vardı. Bu adam hastaydı. Bir gün ailesine

dedi ki: 'Beni Mekke'den çıkarın. Çünkü sıcak hava beni rahatsız

ediyor.' Dediler ki: 'Nereye götürelim seni?' Eliyle Medine'ye giden

yolu işaret etti. Onu Mekke'den çıkardılar. Iki mil kadar uzaklaşmışken

yolda öldü. Bunun üzerine şu ayet indi: "Kim Allah ve Resulü

ugrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm

yetişirse..."

 

98 ............... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen birçok rivayet vardır. Ancak

bu rivayetler arasında, hicret yolunda ölen kişinin kimliği hususunda

büyük farklılıklar vardır. Bazısına göre, Damre b. Cündeb,

bazısına göre Eksem b. Sayfi, diğer bazısına göre Ebu Damre b. Is

ez-Zarkî, bir diğer bazısına göre Leysoğullarından Damre b. Is, diğer

bazısına göre de Cunda' b. Damre b. Cundaî olduğu söylenir.

Bazı rivayetlerde ayetin, Habeşistan'a hicret ederken yılan tarafından

sokulup ölen Halid b. Hazzam hakkında indiği belirtilir.

Ibn-i Abbas'a dayandırılan bazı rivayetlerde, Ibn-i Abbas onun

Eksem b. Sayfi olduğunu söyler. Ravi der ki: Ibn-i Abbas'a sordum:

"Peki Leysi olayı ne zaman gerçekleşti?" Dedi ki: "Bu, Leys'ten bir

süre önce meydana geldi. Ayet, hem özel, hem de genel niteliklidir."

Ben derim ki: Yani özel olarak Eksem hakkında indi, sonra

başkalarını da kapsayacak şekilde genelleştirildi. Rivayetlerden

çıkan sonuca göre, Eksem b. Sayfi, Leys kabilesinden biri ve Halid

b. Hazzam adlı üç Müslüman hicret amacıyla yola çıkmışken yolda

ölürler. Ayetin bunlardan biri hakkında inmiş gibi gösterilmesi, ravi

tarafından yapılan bir uyarlama gibidir.

 

el-Kâfi adlı eserde Zürare'nin şöyle dediği rivayet edilir: İmam

Bâkır'dan (a.s) "mustazaf"ın kim olduğunu sordum, dedi ki:

"Musta-zaf, kâfir olmak için hiçbir çareye gücü yetmeyen (nasıl

küfre sapılacağını bilmeyen), iman etmeye doğru hiçbir yol bulamayan

kimsedir. Yani, ne iman edebilen, ne de küfre sapabilen

kimseye denir. Meselâ çocuklar bu konumdadırlar. Aynı şekilde

çocukların akılları düzeyine inen erkek ve kadınlar da öyledir; onlardan

sorumluluk kalkmıştır." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.404, h:1]

Ben derim ki: Zürare'den aktarılan bu hadis müstafiz yani çok

kanallıdır; Kuleyni,1 Şeyh Saduk2 ve Ayyâşî1 değişik kanallardan

ondan rivayet etmişlerdir.

1- [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.404, h:1-2-3.]

2- [Maâni'l Ahbar, s.200.]

 

Nisâ Sûresi 95-100 .......................... 99

 

Aynı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Ismail el-Cu'fi'den

şöyle rivayet eder: İmam Bâkır'a (a.s) sordum ki: "Kulların bilmezlik

edemeyecekleri [hakkında bilgisiz olamayacakları] din nedir?"

Buyurdu ki: "Din geniştir. Fakat Haricîler [Hz. Ali (a.s) döneminde

meydana çıkan, Nehrevan Savaşını başlatan, Islâm'da olmayan

bazı sapık inançlarından dolayı Islâm'dan çıkan ve 'Haricîler' diye

adlandırılan bir grup] cahillikleri yüzünden onu kendilerine daralttılar."

Dedim ki: "Sana feda olayım. Üzerinde bulunduğum ve inandığım

dinden söz edeyim mi?" İmam "Evet" dedi. Dedim ki: "Allah'-

tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi

olduğuna tanıklık ediyorum. Hz. Muhammed'in (s.a.a) Allah katından

getirdiklerine ikrar (tasdik ve kabul) ediyorum. Sizi (Ehlibeyt'i)

dost, veli, yönetici ediniyorum. Size düşman olanlardan, sizin başınıza

musallat olanlardan, size büyüklük taslayanlardan, hakkınızı

gasp edenlerden, size zulüm edenlerden uzaklaşıyorum."

Bunun üzerine buyurdu ki: "Allah'a andolsun ki, dinde bilmediğin

bir şey yok. Allah'a andolsun ki bu, bizim de üzerinde bulunduğumuz

dindir." Sonra şöyle dedim: "Peki, bunu bilmeyen bir kimse

Müslüman olabilir mi?" Buyurdu ki: "Mustazaflar olabilir." Ben,

"Kim bunlar?" diye sordum. "Kadınlarınız ve çocuklarınız" diye cevap

verdi. Ardından şunu ekledi: "Ümmü Eymen'i duydun mu? Ben

onun cennet ehli olduğuna şahitlik ediyorum. Buna rağmen o, sizin

üzerinizde bulunduğunuz dini anlayıştan haberdar değildi." [Usûl-

ü Kâfi, c.2, s.405, h:6]

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de Süleyman b. Halid'den, o da İmam Bâkır'-

dan (a.s) şöyle rivayet eder: Süleyman der ki: "İmama mustazafları

sordum." Şöyle buyurdu: "Bir perde gerisinde dışarıyla ilişkileri kesik

olan zayıf akıllı kadınlar, 'namaz kıl' dediğinde kılan ve senin

dediğinden başkasını anlamayan hizmetçiler, dediğinden başkasını

bilmeyen ve biri tarafından güdülmedikçe hareket edemeyen

1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.268, h:243.]

 

100 ............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

köleler, çok yaşlı insanlar, çocuklar, küçükler... Işte bunlar

mustazaftırlar. Fakat güçlü olan, mücadele eden, didişen, alış veriş

yapabilen bir adam hakkında, senin ona mustazaf diyerek hiçbir

şekilde aldatamadığın kimse kesinlikle mustazaf değildir; o

böyle bir saygınlığı hakketmez." [c.1, s.270, h:251]

Maani'l Ahbar adlı eserde Süleyman'dan, o da tefsirini

sunduğumuz ayetle ilgili olarak İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet

eder: "Ey Süleyman, mustazaflar içinde senden daha güçlü

kimseler vardır. Mustazaflar oruç tutan, namaz kılan, karınlarını ve

ırzlarını haramdan koruyan, bizden başkası için velayet hakkını

öngörmeyen ve [peygamberlik] ağacının dallarından tutunan

[Ehlibeyt'e sarılan] kimselerdir. Işte bunları, ağacın dallarına

tutundukları sürece umulur ki Allah affeder. Ancak bunlar şunu da

bilmelidirler ki, eğer Allah onları affederse bu, O'nun

rahmetindendir. Şayet onlara azap ederse, bu da onların

sapmalarının sonucudur." [s.200]

 

Ben derim ki: "Bizden başkası için velayet hakkı öngörmeyen"

ifadesiyle, Ehlibeyt'e düşmanlığı esas alan "Nasibîlik" akımına veya

onlarla aynı paralele düşmeyi gerektirecek şekilde Ehlibeyt

hakkında kusur işleme durumuna işaret edilmiştir. Nitekim aşağıdaki

rivayetlerde buna değinilmektedir.

 

Aynı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:

"Mustazaflar birkaç gruba ayrılırlar. Bunların hepsi de birbirinden

farklıdır. Kıble ehli olup da Nâsibî, yani Ehlibeyt'e düşman olmayanlar

mustazaftır." [s.200]

 

Yine aynı eserde, ayrıca Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s)

tefsirini sunduğumuz ayetle ilgili olarak şöyle buyurduğu rivayet

edilir: "hiçbir çareye gücü yetmeyenler" yani, Ehlibeyt'e düşmanlığı

esas alan Nasibîlik akımına katılmaktan aciz olanlar. "hiçbir yol

bulamayanlar" ise, hakka ulaşıp bağlanmaya bir yol bulamayan

kimselerdir. Böyle kimseler güzel amelleri ve Allah'ın yasakladığı

haramlardan sakınmaları dolayısıyla cennete girerler; ancak iyilerin

derecelerine ulaşamazlar." [Maani'l Ahbar, s.200, Tefsir-ul Ayyâşî, c.1,

s.268, h:245]

 

Nisâ Sûresi 95-100 ...................................................... 101

 

Tefsir-ul Kummî'de Durays el-Kunasî İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle

rivayet eder: İmama dedim ki: "Sana feda olayım, Hz. Muhammed'in

(s.a.a) peygamberliğini kabullenen, ama günahkâr olup

imamı olmadan ve siz Ehlibeyt'in velayetini de bilmeden ölen

muvahhitlerin durumu ne olacak?"

 

Buyurdu ki: "Bunlara gelince, onlar çukurlarında (kabirlerinde)

kalacak ve oradan çıkmayacaklardır. İçlerinde salih ameller işleyenler

ve bize karşı bir düşmanlık beslemeyenler için yüce Allah'ın

mağripte yarattığı cennete doğru bir delik açılır. Cennete açılan bu

delikten o adamın kabrine esenlik ve rahatlık dolar. Bu durum kıyamete

kadar böyle devam eder. Nihayet yüce Allah ile karşılaşır.

Allah onu iyiliklerinden ve kötülüklerinden dolayı sorgular. Bunun

sonucunda ya cennete ya da cehenneme gider. Bu gibi adamlar

Allah'ın emrine, iradesine kalmışlar."

 

Daha sonra İmam şöyle buyurdu: "Mustazaflara, zayıf akıllılara,

çocuklara ve henüz bulûğ çağına erişmemiş Müslüman çocuklarına

da böyle yapılır. Kıble ehlinden olup da Ehlibeyt'e düşmanlığı

ve sövgüyü esas alan Nasibîlik akımına mensup olanlara gelince,

onlar için de yüce Allah'ın maşrikte (doğuda) yarattığı cehenneme

doğru bir delik açılır. Bu delikten onların üzerine alevler, kıvılcımlar,

dumanlar ve kızgın alevlerin yakıcı homurtuları dolar. Bu

durum kıyamete kadar devam eder. Sonra vardıkları yer cehennem

olur."

 

el-Hisal adlı eserde, İmam Sadık'tan (a.s), o babasından, o da

dedesinden ve o da Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Cennetin

sekiz kapısı vardır. Birinden peygamberler ve doğrular girer. Birinden

şehitler ve salihler girer. Beş kapıdan da taraftarlarımız (Şiîlerimiz)

ve sevenlerimiz girer... Bir diğer kapıdansa, Allah'tan başka

ilâh olmadığına şahitlik eden ve kalbinde zerre ağırlığı kadar biz

Ehlibeyt'e karşı kin barındırmayan diğer Müslümanlar girer." [s.407,

h:6]

 

Maani'l Ahbar adlı eserde, ayrıca Tefsir-ul Ayyâşî'de

Hamran'dan şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "(ger-

 

102 ............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

çekte) aciz olup zayıf bırakılanlar... müstesnadır." sözünün anlamını

sordum. Buyurdu ki: "Onlar velayet ehlidirler." Dedim ki:

"Hangi velayet?" Buyurdu ki: "Tâbi ki, dindeki velayet değil. Nikâhtan,

mirastan ve bir arada, iç içe yaşamaktan kaynaklanan velayeti

kastediyorum. Böyle kimseler ne mümin, ne de kâfirdirler. Onların

durumu ulu Allah'ın emrine kalmıştır." [Maani'l Ahbar, s.202, h:8,

Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.269, h:249]

 

Ben derim ki: Burada "Başkaları da vardır ki, Allah'ın emrine

bırakılmışlardır. O, ya onlara azap eder ya da onları affeder."

(Tevbe, 106) ayetine işaret edilmiştir. Inşallah buna ilişkin açıklamalara

yer vereceğiz.

 

Nehc-ül Belâğa'da Hz. Ali (a.s) şöyle der: "Mustazaf ismi, hakka

ilişkin kanıt kendisine ulaşan, onu kulağıyla duyup kalbiyle kavrayan

kimseler için geçerli değildir." [Hutbe:189]

 

el-Kâfi adlı eserde, İmam Kâzım'dan (a.s) şöyle rivayet edilir:

Ona "zayıflar" hakkında bir soru soruldu. O da şöyle bir cevap yazdı:

"Zayıf, kendisine hakka ilişkin kanıt ulaşmayan, bu konudaki

ihtilafları (ve farklı inançları) bilmeyen kimsedir. Ihtilafları bildikten

sonra, artık ona zayıf denmez." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.406, h:11]

 

Aynı eserde İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: Ona soruldu

ki: "Mustazaflar hakkında ne diyorsun?" Hazret bağırırcasına

buyurdu ki: "Yoksa siz, (şimdiki zamanda yeryüzünde) mustazaf

olan birinin olduğunu mu sanıyorsunuz? Nerede mustazaflar? Allah'a

andolsun ki, sizin bu dininiz her tarafı kaplamıştır. Elden ele

perde arkasındaki kadınlara kadar ulaştı. Medine yolundaki sucu

kadınlar bile ondan söz eder oldular." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.404, h:4]

 

Maani'l Ahbar adlı eserde Ömer b. Ishak'tan şöyle rivayet edilir:

İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Yüce Allah'ın sözünü ettiği

mustazafın sınırı nedir?" diye soruldu. Buyurdu ki: "Kur'ân'dan bir

sureyi iyice bilmeyendir. Oysa yüce Allah Kur'ân'ı o kadar basit

kılmıştır ki, bir kimsenin onu iyice bilmemesi, okuyamaması olacak

iş değildir." [s.202, h:7]

 

Nisâ Sûresi 95-100 ............................. 103

 

Ben derim ki: Yukarıda yer verdiğimiz rivayetlerin dışında, konuyla

ilgili başka rivayetler de vardır. Ne var ki, şimdiye kadar

sunduğumuz rivayetler, amaçlanan mesajı kapsayıcı niteliktedir.

Gerçi rivayetler, ilk bakışta çelişkili görünüyorlar; ancak

mustazaflığın derecelerini açıklamak amacıyla konuya yönelik

özel açıklamalar olma durumlarını bir an için göz ardı ettiğimizde,

bunların sadece bir anlamı ifade etme noktasında birleştikleri

görülür. Şöyle ki mustazaflık, kişinin kendisinden kaynaklanan

hiçbir kusuru olmaksızın hakka ulaştırıcı yolu bulamamasıdır. Bu

da daha önce vurguladığımız gibi ayetin ifadesinin mutlaklığıyla

bağdaşan bir durumdur.

 

104 ................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Nisâ Sûresi 101-104 .....................................................105

 

 

101- Yeryüzünde yolculuk ettiğiniz zaman, kâfirlerin size bir

kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir

günah yoktur. Zira kâfirler, size apaçık düşmandırlar.

 

102- (Ey Muhammed!) Sen içlerinde bulunup da onlara namaz

kıldırmak istediğin zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber

namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar; secdeyi yaptıktan

sonra onlar arkanıza geçsinler. Ardından henüz namazını kılmamış

olan diğer grup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar

ve onlar da korunma tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. Çünkü kâfirler

size ansızın baskın yapmak için sizin, silahlarınızdan ve eşyanızdan

gafil olmanızı arzu ederler. Yağmurdan zarar görür yahut

hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur.

Ama yine de korunma tedbirlerinizi alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere

aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.

 

103- Namazı kıldıktan sonra ayakta iken, otururken ve yanınız

üzerinde Allah'ı anın. (Yolculuktan dönüp ikamet yurdunuza) yerleştiğiniz

zaman, artık namazı gereğince (seferî olarak değil, tam

olarak) kılın. Çünkü namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır.

 

104- (Düşmanınız olan) topluluğu takip etmede gevşeklik göstermeyin.

Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da sizin çektiğiniz

gibi acı çekiyorlar. Oysa siz Allah'tan, onların ümit etmediklerini

umuyorsunuz. Allah bilendir ve hikmet sahibidir.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Bu ayetlerde korku namazı ve yolculukta namazları kısaltma

(seferî namaz) uygulaması hükme bağlanıyor. Akışın sonunda da

müminler müşrikleri takibe almaya, onları aramaya teşvik ediliyorlar.

Bu bakımdan üzerinde durduğumuz bu ayetler, cihadı ve onunla

ilgili çeşitli meseleleri ele alan önceki ayetler grubuyla bağlantılıdır.

"Yeryüzünde yolculuk ettiğiniz zaman... namazı kısaltmanızda size

bir günah yoktur." Ayetin orijinalinde geçen "cünah" kelimesi, günah

anlamına geldiği gibi sıkıntı, sakınca, dönme ve meyletme anlamlarını

da ifade eder. Yine "taksurû" kelimesinin kökü olan

"kasr" kelimesi de, namazı kısaltma demektir. Mecma-ul Beyan

adlı tefsirde şöyle deniyor: "Namazı kısaltma anlamında üç değişik

ifade kullanılır: Birincisi, 'kasart-us salate'. Kur'ân'da kullanılan ifade

budur. Ikincisi; [tef'il kalıbına uyarlanmış şekilde, ayni]

'kassartuha taksiren'. Üçüncüsü, 'aksartuha iksaren' [If'al kalıbına

 

106 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

uyarlanmış şekli yani]." [Mecma-ul Beyan'dan aldığımız alıntı burada

son buldu.]

 

Dolayısıyla ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: "Yolculuğa

çıktığınız zaman, namazı kısaltmanızı engelleyecek bir sakınca ve

günah söz konusu değildir." Bir karine olmaksızın caizlik anlamını

ifade eden günah ve sakıncanın olumsuzlanması, ayetin kapsamında

zorunluluk (vaciplik) bildiren bir anlam ifade etmesine engel

oluşturmamak-tadır. Buna şu ayeti örnek gösterebiliriz: "Şüphesiz

Safa ile Merve, Allah'ın nişanlarındandır. Kim Allah'ın evini

hacceder ya da umre yaparsa, onları tavaf etmesinde kendisine

bir günah yoktur." (Bakara, 158) Oysa bilindiği gibi, Safa ile Merve

tepelerini tavaf etmek vaciptir.

 

Bunun nedeni, ayetin akışının yasama (teşri) nitelikli olmasıdır.

Böyle olunca da hükmün konuluşunu ortaya koyan, gözler önüne

seren bir ifade yeterli oluyor. Hükmün bütün yönlerinin ve

özelliklerinin tüm boyutlarıyla açıklanışına, birer birer sıralanışına

gerek duyulmuyor. Aşağıdaki ayet de bir açıdan tefsirini sunduğumuz

ayete örnek oluşturabilir. "Oruç tutmanız sizin için daha

hayırlıdır..." (Bakara, 184)

 

"Kâfirlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız," Ayetin orijinalinde

geçen "fitne" kelimesinin birbirinden farklı birçok anlamı

vardır. Ancak Kur'ân'ın genel yaklaşımı, kâfirlerle müşriklere izafe

edilerek mutlak şekilde kullanılması, öldürme, dövme ve yaralama

gibi işkence türlerini ifade etmesi yönündedir. Ayetlerin akışından

edindiğimiz sözel ip uçları da bu anlamı desteklemektedir.

Dolayısıyla kastedilen anlam, "Eğer onların size saldırmak ve öldürmek

suretiyle işkence etmelerinden ve size herhangi bir kötülük

yapmalarından korkarsanız..." şeklindedir.

Bu cümle, "size bir günah yoktur." ifadesine yönelik bir kayıt

konumundadır. Bu ise şu demektir: Namazı kısaltma hükmü başlangıçta,

işkence korkusundan dolayı yürürlüğe konulmuştur.

Ama bu, hükmün, korku söz konusu olmasa bile her türlü

meşru yolculuk türleri için geçerli olacak şekilde genelleştirilmesi-

 

Nisâ Sûresi 101-104 .............................. 107

 

ne engel değildir. Kitap bu hükmün sadece bir kısmını açıklıyor;

sünnet ise, onun diğer tüm şekilleri kapsadığını ortaya koyuyor ki,

rivayetler kısmında bunları göreceğiz.

 

"Sen içlerinde bulunup da onlara namaz kıldırmak istediğin zaman...

korunma tedbirlerini ve silahlarını alsınlar." Ayet, korku namazının

nasıl kılınacağını açıklıyor ve korku namazında imamın Peygamber

(s.a.a) olacağı varsayımından hareketle hitabı Peygamber

efendimize (s.a.a) yöneltiyor. Burada daha öz, daha güzel ve daha

kuşatıcı olmasının yanı sıra, daha açık olsun diye açıklamaya örneklendirme

yolu ile başlanmıştır.

 

Şu hâlde, "onlara namaz kıldırdıgın zaman" ifadesiyle, cemaatle

namaz kastedilmiştir. "onlardan bir kısmı seninle beraber

namaza dursun." ifadesiyle de, onların Peygamberi (s.a.a) imam

edinerek namaza durmaları kastedilmiştir. Bunlar aynı zamanda

silahlarını da yanlarına almakla yükümlüdürler. "secdeyi yaptıktan

sonra." ifadesinden maksat, secde edip namazı tamamlamalarıdır.

Bunlar secdelerini tamamladıktan sonra namaz kılacak diğer

grubun gerisinde durmakla yükümlüdürler. "onlar da korunma

tedbirlerini ve silahlarını alsınlar." ifadesiyle kastedilenler, Peygamberle

(s.a.a) birlikte namaz kılan ikinci bölüktür. Bunların da

korunma tedbirlerini ve silahlarını almaları istenmektedir.

Ayetin anlamı -gerçi Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir-

şöyledir: Ey Resulullah! Sen aralarındayken ve ortam da

korkuluysa, onlara imam olup cemaatle namaz kıldırdığın zaman,

topluca namaza girmesinler, içlerinden bir grup sana uyarak seninle

beraber namaza başlasın ve silahlarını da yanlarına alsınlar.

-Tâbi ki diğer grubun da, namaz kılanları ve eşyalarını korumak

durumunda olduğunun gerekliliğini söylemeye gerek yoktur.-

Namazdaki grup seninle birlikte secde edip namazı tamamladıktan

sonra, arkanıza geçsin, sizi ve eşyanızı korusunlar. Bu arada henüz

namazını kılmamış olan diğer grup gelip seninle birlikte namazlarını

kılsınlar. Bunlar da önceki grup gibi korunma tedbirlerini ve silahlarını

yanlarına alsınlar.

 

108 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Ayetin orijinalindeki "tâife=grup" kelimesini, "uhra=diğer" kelimesiyle

vasfedilmesi, sonra eril-çoğul (cem-i müzekker) zamirinin

döndürülmesi ile -söylendiğine göre- bir yönden lafız, diğer bir yönden

de anlam göz önünde bulundurulmuştur. Yine bazılarının söylediğine

göre, "korunma tedbirlerini ve silahlarını alsınlar." ifadesi,

latif bir istiare türüne örnektir. Çünkü burada, "hizr=korunma

tedbiri" de silah gibi bir alet, bir araç şeklinde algılanmış ve silaha

nispetle kullanılan "yanına alma" fiili, ona nispetle de kullanılmıştır.

"Çünkü kâfirler... gafil olmanızı arzu ederler." Bu ifade, hükme

bağlanan yasanın [korku namazının, yani seferde ve korkulu zamanlarda

namazın kısaltılarak kılınmasının] gerekçesi konumundadır

ve anlamı da açıktır.

 

"Yağmurdan zarar görür yahut hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda

size bir günah yoktur... kâfirlere aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır."

Bu, bir diğer hafifletici ifadedir. Buna göre, şayet yağmurdan

rahatsız olurlarsa veya bazıları hastalanırsa, silahlarını bırakmalarında

bir sakınca yoktur. Fakat bununla beraber korunma

tedbirlerini almaları, kâfirlerden yana gaflete düşmemeleri gerekir.

Çünkü kâfirler, onların bir anlık gafletlerini kollamaktadırlar.

 

"Namazı kıldıktan sonra ayakta iken, otururken ve yanınız üzerinde

Allah'ı anın." Ayette geçen "kıyam" ve "kuûd" kelimeleri, çoğul ya

da mastardırlar. Cümledeki fonksiyonları hâldir. Aynı şekilde, "yanınız

üzerinde" ifadesi de, diğer iki kelime gibi hâldir. Kısacası, tabirlerin

üçü de her hâli kuşatan sürekli zikirden, Allah'ı anmaktan

kinayedir.

 

"(Yolculuktan dönüp ikamet yurdunuza) yerleştiğiniz zaman namazı

gereğince kılın." Ayette geçen "itme'nentum" fiilinin mastarı olan

"itminan" kelimesi, istikrar ve yerleşme anlamını ifade eder. Bu

ayet, "Yeryüzünde yolculuk ettiginiz zaman..." diye başlayan ifadenin

oluşturduğu tablonun karşıtı bir tabloya işaret etmek-te olduğundan

dolayı bununla, ifadenin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla

seferden ikamet yurduna dönüş kastediliyor. Nitekim ayetlerin a-

 

Nisâ Sûresi 101-104 ............................................... 109

 

kışı da bu çıkarsamamızı destekler niteliktedir. Buna göre, namazı

ikame etmekten (dosdoğru kılmaktan) maksat, onu tam olarak

kılmaktır. Çünkü korku namazı hakkında "namazı kısaltma" tabirinin

kullanılması, [ardından da namaz kılmaktan söz edilmesi,]

bu anlamı verir.

 

"Çünkü namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır." Ifadenin orijinalinde

geçen "kitab=yazı" kelimesi, farz ve vacip kılmadan kinayedir;

o anlamda kullanılmıştır. Nitekim aşağıdaki ayette de aynı

anlamda kullanılmıştır: "Sizden öncekilere yazıldıgı (farz kılındıgı)

gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz kılındı)." (Bakara, 183) Tefsirini

sunduğumuz ayetin orijinalinde geçen "mevkut" kelimesi, "vakit"

kökünden türemiştir. Meselâ, "vakkattu keza" yani, onun için

vakit be-lirledim. Dolayısıyla ifadenin zahirinden şunu anlıyoruz:

Namaz, vakitleri belirlenmiş, bölüm bölüm olarak tayin edilmiş ve

belli vakitlerinde kılınan bir farzdır.

 

Ancak ayetin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla, namazla ilgili

"vakit" kelimesinin kullanılması, sabitliği ve değişmezliği ifade

etmekten kinayedir. [Yani, ayette namazın, vakti belirlenmiş bir

farz olduğu ifade edilmesi amaçlanmamıştır. Maksat, namazın

sabit ve kesinlikle değişmez bir farz olduğunu açıklamaktır. Dolayısıyla]

gerektirilenin, gerektirici anlamında kullanılması gibi bir

durumdur bu.

 

O hâlde namazın "kitaben mevkuten" oluşundan maksat, sabit

ve değişmez bir farz oluşudur. Buna göre, hiçbir şekilde namazın

farzlığı düşmez. Dolayısıyla "mevkut" sözcüğünü ilk anlamıyla

[vakti belirlenmiş olarak] algılamak, öncesindeki ifadenin içeriğiyle

örtüşmüyor. Çünkü namazın belli vakitleri olan bir ibadet olduğundan

söz etmenin bir gereği yoktur. Ayrıca, "Çünkü namaz..."

diye başlayan ifadenin, "...yerleştiginiz zaman artık namazı geregince

kılın." ifadesini gerekçelendirmeye yönelik olduğunu da unutmamak

gerekir. Şu hâlde namazın "mevkut" oluşundan maksat,

hiçbir şekilde farzlığı değişmeyen sabit oluşudur. Dolayısıyla

namaz, orucun yerine fidye verilmesi gibi bir başka şeyle

 

110 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

değişmez.

 

"(Düşmanınız olan) topluluğu takip etmede gevşeklik göstermeyin..."

Ayette geçen "tehinû" kelimesi, "vehn" kökünden zayıflık

demektir. "Ibtiğâ" ise, aramak ve takip etmek anlamına gelir.

"Te'lemûne" kelimesi de, "elem=acı" kökünden lezzetin karşıtıdır.

"Oysa siz Allah'tan, onların ümit etmediklerini umuyorsunuz."

ifadesi, "la tehinû" kelimesindeki üçüncü çoğul zamirine ilişkin hâl

işlevini görmektedir. Buna göre cümlenin anlamı şudur: Iki grubun

durumu acı çekmek bakımından birdir. Fakat siz düşmanlarınız

gibi değilsiniz, durumunuz da onlardan kötü değil. Siz onlardan

daha rahat ve daha mutlusunuz. Çünkü sizin için, veliniz olan Allah'tan

fetih, zafer ve bağışlanma ümidi var. Düşmanlarınıza gelince,

onların velisi yoktur. Dolayısıyla yüreklerine su serpecek,

amellerine dinamizm katacak ve arzularına sevk edecek [arzularını

gerçekleştirecek] bir velileri ve de umutları yoktur. Allah kullarının

maslahatını herkesten daha iyi bilir. Hikmet sahibidir; emir ve

yasakları sağlam bir gerekçeye ve hikmete dayanır.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir-ul Kummî'de şöyle deniyor: "Korku namazı ile ilgili ayet

şu olay üzerine inmiştir: Resulullah efendimiz (s.a.a) Mekke'ye

gitmek üzere Hüdeybiye'ye doğru harekete geçince, Kureyşliler

bunu haber aldılar. Bunun üzerine, Halid b. Velid'i iki yüz atlıyla birlikte

Resulullah'ı (s.a.a) karşılamak üzere gönderdiler. Halid dağ

başlarında hareket ederek kendini hep Resulullah'a (s.a.a) göstermeye

çalışıyordu. Öğle namazının vakti gelince Bilal ezanı okudu.

Resulullah (s.a.a) Müslümanlara namaz kıldırdı."

"Bunu gören Halid b. Velid şöyle dedi: 'Onlar namazdayken

saldırırsak onlara ağır bir darbe indirmiş oluruz. Çünkü onlar namazlarını

yarı bırakmazlar. Fakat bir namazları daha var ki, onlar

için gözlerinin ışığından daha sevimlidir. Onlar bu namaza başlayınca,

biz de ansızın saldırıya geçeriz.' Bunun üzerine Cebrail

 

Nisâ Sûresi 101-104 .................................................. 111

 

Resulullah'a (s.a.a), 'Sen içlerinde bulunup...' diye başlayan ayetin

içerdiği korku namazı hükmünü indirdi."

Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Yagmurdan zarar görür yahut

hasta olursanız... size bir günah yoktur." ayetiyle ilgili olarak şöyle

deniyor: "Bu ayet inerken Resulullah (s.a.a) Usfan denilen yerde

bulunuyordu, müşrikler de Dacnan denilen yerde konaklamışlardı.

[Öğle saatleri, bulundukları yerde namaz kılmak amacıyla Müslümanlar

cemaate durdular.] Peygamberimiz (s.a.a) ve ashabı öğle

namazını bütün rüku ve secdeleriyle kıldılar. Bunu gören müşrikler

onlara saldırmak istediler. Içlerinde bazıları dediler ki, onların bir

diğer namazları daha var ki, onların nazarında bundan daha sevimlidir;

-ikindi namazını kastediyorlardı- onu bekleyin. Bunun üzerine

yüce Allah Peygamberimize bu ayeti indirdi. Peygamberimiz

de ikindi namazını korku namazı şeklinde kıldırdı. Bu olay Halid b.

Velid'in Müslüman olmasının sebebidir..."

 

Yine aynı eserde, Ebu Hamza Sumali'nin kendi tefsirinde şöyle

dediği belirtiliyor: "Peygamberimiz Enmaroğullarına savaş açtı. Allah

onları hezimete uğrattı, Müslümanlar da çocuklarını ve mallarını

zaptettiler. Resulullah (s.a.a) ve Müslümanlar savaş meydanına

inince, düşmandan geriye kimsenin kalmadığını gördüler. Bunun

üzerine Müslümanlar silahlarını bıraktılar. Resulullah (s.a.a)

da ihtiyacını gidermek üzere yanlarından ayrıldı. O da silahını bırakmıştı.

Ashabıyla arasına vadi girecek şekilde uzaklaştı. Ihtiyacını

gidermişti ki, vadi engebeliydi ve gökten de ufak ufak yağmur

çiseliyordu. Ashabın Resulul-lah'ı (s.a.a) görmesine engel oluyordu."

"Resulullah (s.a.a) bir ağacın dibine oturdu. Düşman askerlerinden

Gavres b. Haris el-Muharibi onu gördü. Arkadaşları dediler

ki: 'Ey Gavres, bu Muhammet'tir. Arkadaşlarından ayrı düşmüş,

uzaklaşmıştır.' Gavres dedi ki: 'Onu öldürmezsem, Allah beni öldürsün.'

Yanına kılıcını alarak dağdan aşağıya indi. Yanına dikilinceye

kadar Resulullah (s.a.a) onu fark etmedi. Kılıcını kınından

çekmiş öylece Peygamberin başı ucunda duruyordu. Dedi ki: 'Ey

 

112 ....... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Muhammed! Şimdi seni kim benden kurtaracak?!' Resulullah

(s.a.a) 'Allah' dedi."

"Işte tam bu sırada Allah düşmanı ansızın yüzükoyun yere düştü.

Resulullah (s.a.a) kalktı ve kılıcını aldı. Sonra şöyle dedi: 'Ey

Gavres, şimdi seni kim benden kurtaracak?!' Gavres, 'Hiç kimse'

diye karşılık verdi. Resulullah, 'Allah'tan başka ilâh olmadığına ve

benim Allah'ın kulu ve elçisi olduğuma şahitlik ediyor musun?' diye

sordu. 'Hayır' dedi. 'Ancak hiçbir zaman seninle savaşmayacağıma,

sana karşı çıkan hiçbir düşmanına yardım etmeyeceğime

söz veriyorum.' Resulullah (s.a.a) kılıcını geri verdi. Gavres, 'Allah'a

andolsun ki, sen benden daha iyisin' dedi. Resulullah ise, 'Böyle

bir davranış bana daha çok yakışır' karşılığını verdi."

"Gavres arkadaşlarının yanına dönünce ona dediler ki: 'Ey

Gavres, seni elinde kılıç ve onun başında dikilmiş hâlde gördük.

Seni onu öldürmekten ne alıkoydu?' Dedi ki: 'Allah. Tam kılıcımı

kaldırmış ona indirecektim ki, birden nasıl olduğunu anlamadığım

bir darbe yedim omuzlarımın arasında. Hızla yüzükoyun yere kapandım.

Kılıcım elimden düştü. Muhammed -saa- benden önce davrandı

ve kılıcı aldı.' Çok geçmeden vadideki yağmur suları duruldu.

Resulullah (s.a.a) arkadaşlarının yanına gitti ve onlara olup bitenleri

haber verdi. Onlara, 'Yagmurdan zarar görür...' ayetini okudu."

 

Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, müellif kendi rivayet

zinciriyle Abdurrahman b. Ebu Abdullah'tan, o da İmam Sadık'tan

(a.s) şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) Zat-ur Rika seferinde

ashabına namaz kıldırdı. Önce onları iki gruba ayırdı. Bir grup

düşmana karşı durdu. Bir grup da Peygamberimizin arkasında saf

tuttu. Peygamberimiz (s.a.a) tekbir getirdi, onlar da tekbir getirdiler.

Peygamberimiz (s.a.a) Kur'ân'dan bir bölüm okudu, onlar sessizce

dinlediler. Peygamberimiz (s.a.a) rükua gitti, onlar da rükua

gittiler. Secde etti, onlar da secde ettiler. Sonra Resulullah (s.a.a)

ikinci rekât için kalktı ve hiçbir şey okumadan öylece kıyam hâlinde

bekledi. Bu sırada namaz kılmakta olan cemaat, namazlarının

ikinci rekâtını kendi başlarına tamamlayarak birbirlerine selâm

 

Nisâ Sûresi 101-104 ........................ 113

 

verdiler. Sonra arkadaşlarının yanına giderek düşmanın karargâhına

karşı nöbet tuttular."

"Bu sefer diğer grup gelip Resulullah'ın (s.a.a) arkasında saf

tuttu. Peygamberimiz (s.a.a) tekbir getirdi, onlar da tekbir getirdiler.

Peygamberimiz Kur'ân'dan bir bölüm okudu, onlar sessizce

dinlediler. Rükûa gitti, onlar da rükua gittiler. Secde etti, onlar da

secde ettiler. Sonra Resulullah (s.a.a) oturdu ve teşehhüdü okudu.

Sonra onlara selâm verdi, onlar da kalkıp diğer rekâtı kendi başlarına

kıldılar, ardından birbirlerine selâm verdiler. Yüce Allah da

Peygamberine şöyle buyurmuştur: 'Sen içlerinde bulunup da onlara

namaz kıldırdıgın zaman... Çünkü namaz inananlar üzerinde

sabit bir farzdır.' Işte bu, yüce Allah'ın Peygamberine (s.a.a) emrettiği

korku namazıdır."

 

İmam devamla şöyle dedi: "Korku anında bir topluluğa akşam

namazını kıldıran kimse, birinci grupla bir rekâtı, ikinci grupla da

iki rekâtı kılar..."

 

et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle

Zürare'den şöyle rivayet eder: İmam Bâkır'a (a.s) korku ve seferî

namazların her ikisi de kısaltılmalı mıdır? diye sordum. Buyurdu

ki: "Evet, ama korku namazı, korkusuz bir ortamda gerçekleştirilen

yolculuktaki namazdan daha fazla kısaltılmayı hak eder." [c.3,

s.302, h:12/921]

 

Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle

Zürare ve Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet eder: Biz

İmam Bâkır'a (a.s) sorduk: "Seferî namaz hakkında ne buyurursunuz?

Nasıl kılınır? Kaç rekâttır?" Buyurdu ki: "Yüce Allah şöyle buyuruyor:

'Yeryüzünde yolculuk ettiginiz zaman... namazı kısaltmanızda

size bir günah yoktur.' Bu bakımdan, seferde namazı kısaltarak

kılmak, tıpkı mukimken tam kılmak gibi vaciptir." Dedik

ki: "Ama yüce Allah, 'size bir günah yoktur.' buyuruyor, 'yapın...'

demiyor ki. Mukimken namazı tam kılmak gibi, seferde kısaltarak

kılmak nasıl vacip olur?"

 

Buyurdu ki: "Yüce Allah, 'Şüphesiz Safa ile Merve, Allah'ın ni-

 

114 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

şanlarındandır. Kim Allah'ın evini hacceder veya umre yaparsa,

onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur.' buyurmuyor

mu? Ve Safa ile Merve'yi tavaf etmek farz değil midir? Çünkü yüce

Allah, bunu kitabında ve Peygamberi -saa-de pratikte uygulamıştır. Aynı

şekilde yolculukta namazı kısaltmak da Peygamberin (s.a.a) fiilen

uyguladığı ve yüce Allah'ın kitabında zikrettiği bir hükümdür."

 

Dedik ki: "Peki yolculukta bir namazı dört rekât kılan kimse,

namazını yenilemeli mi, değil mi?"

 

Buyurdu ki: "Eğer ona namazları kısaltma ayeti okunmuş ve açıklanmış buna rağmen yine de dört rekât olarak kılmışsa, namazı yeniden kılması gerekir. Şayet ayet kendisine okunmamışsa ve bu hükmü de bilmiyorsa, dört rekât olarak kıldığı namazı yenilemesi gerekmez. Bütün namazların

yolculukta iki rekât kılınması farzdır. Akşam namazı hariç. Bu namaz

üç rekâttır ve kısaltması olmaz. Çünkü Resulullah (s.a.a) seferî

iken de, mukim iken de onu üç rekât hâlinde bırakmıştır [üç

rekât olarak kılmıştır]."

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Ebi Şeybe, Abd b. Hamid,

Ahmed, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, Ibn-i Mace, Ibn-i Carud,

Ibn-i Huzeyme, Tahavî, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir, Ibn-i Ebi Hatem, en-

Nuhhas -Nasih adlı eserinde- ve Ibn-i Hibban, Ya'la b. Ümeyye'den

şöyle rivayet ederler: Ömer b. Hattab'a sordum: "Kâfirlerin size bir

kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size

bir günah yoktur." buyruluyor. [Dolayısıyla bu hüküm korkuyla ilintilidir.]

Şimdi ise, insanlar güvene kavuşmuşlardır." Ömer bana

dedi ki: "Senin hayret ettiğin şeye ben de hayret etmiş ve bunu

Resulullah'a (s.a.a) sormuştum. Buyurmuştu ki: Bu Allah'ın size

verdiği bir sadakadır [tanıdığı bir kolaylıktır]. Onun sadakasını kabul

edin."

 

Yine aynı eserde, Abd b. Hamid, Nesai, Ibn-i Mace, Ibn-i Hibban

ve Beyhaki -Süneninde- Ümeyye b. Halid b. Ese'den şöyle rivayet

ederler: Ümeyye, Ibn-i Ömer'e sorar: "Sence yolculukta namazı kısaltmak

caiz midir? Çünkü Allah'ın kitabında da buna ilişkin bir

hüküm göremiyoruz. Varolan hüküm korku namazı ile ilgilidir."

 

Nisâ Sûresi 101-104 ............... 115

 

Ibn-i Ömer şu cevabı verir: "Ey kardeşimin oğlu, yüce Allah Hz. Muhammed'i (s.a.a) gönderirken biz bir şey bilmezdik. Biz ne yapıyorsak,

Resulullah'tan gördüğümüz gibi yapıyoruz. Yolculukta namazı

kısaltmak da Resulullah'ın (s.a.a) uyguladığı bir sünnettir."

 

Aynı eserde, Ibn-i Ebi Şeybe, Tirmizi -sahih olduğunu belirterek-

ve Nesai Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Resulullah ile beraber

Mekke ile Medine arasında hiçbir şeyden korkmadığımız, güvenlikte

olduğumuz hâlde dört rekâtlı namazı iki rekât olarak kıldık."

 

Aynı eserde, Ibn-i Ebi Şeybe, Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu

Davud, Tirmizi ve Nesai, Herise b. Veheb el-Huzai'den şöyle rivayet

ederler: "Resulullah ile birlikte çok sayıda insan varken ve kendimizi

tamamen güvenlikte hissederken, öğlen ve ikindi namazlarını

ikişer rekât kıldık."

 

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Davud b. Ferkad'dan

şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık'a (a.s) dedim ki: "Çünkü namaz

inananlar üzerinde sabit bir farzdır." ayeti hakkında ne buyurursunuz?"

Dedi ki: "Namaz sabit ve hiçbir şekilde değişmez bir

farzdır, demek isteniyor. Biraz erken kılman veya biraz geç kılman

sana zarar verecek değildir. Yeter ki bu yaptığın, namazın büsbütün

zayi olmasına neden olmasın. Aksi takdirde yüce Allah'ın şu

sözünün kapsamına girersin: "Namazı zayi ettiler, şehvetlerine

uydular. Işte bunlar, azgınlıklarının cezalarını göreceklerdir."

(Meryem, 59) [Füru-u Kâfi, c.3, s.270, h:13]

 

Ben derim ki: Burada namazların vakitlerinin genişliğine işaret

ediliyor. Nitekim başka rivayetlerde de bu anlama işaret edilmiştir.

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim'den, o da İmam Bâkır

(a.s) ve İmam Sadık'tan (a.s) birinin, seferde akşam namazıyla

ilgili olarak şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Eğer bir süre geciktirmiş

olsan dahi onu terk etme. Sonra yatsı namazını kılarken

onu da kılabilirsin. Dilersen akşamüzeri güneş battıktan sonra şafakta

beliren kızartı kayboluncaya kadar yürüyebilir sonra kılabilirsin.

Çünkü Resulullah öğle ve ikindi namazlarını birlikte ve akşam

 

116 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ve yatsı namazlarını da birlikte (cem ederek) kılmıştır. Bazen tehir

ediyor (erteliyor), bazen de takdim ediyordu (öne alıyordu). Çünkü

yüce Allah, 'namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır.' buyurmuştur.

Burada namazın müminler üzerinde farz olduğu kastedilmiştir;

başka değil. Çünkü eğer ayette Sünnîlerin iddia ettikleri gibi,

beş namazın ancak kendilerine ait özel vakitlerde kılınmasının

zorunluluğu kastedilseydi, Resulullah namazları birleştirerek

kılmazdı ve onların dedikleri gibi yapardı. Oysa Resulullah (s.a.a)

dini daha iyi bilirdi, dinin hükümlerinden herkesten çok haberdardı.

Eğer böylesi daha hayırlı olsaydı, Hz. Muhammed (s.a.a) bunu

emrederdi."

 

"Nitekim Sıffin savaşında Emir-ül Müminin Ali (a.s) ile beraber

olanlar öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmaya fırsat bulamadıkları

için Hz. Ali (a.s) onlara yaya ve binekte iken tekbir, tahlil

ve tesbih getirmelerini emretti. Çünkü yüce Allah, 'Eger korkarsanız,

yaya veya binekte iken kılın.' [Bakara, 239] buyurmuştur. Hz.

Ali (a.s) emretti, onlar da böyle yaptılar."

 

Ben derim ki: Görüldüğü gibi, bu rivayetler daha önce yaptığımız

açıklamalarla örtüşüyor. Işaret ettiğimiz bu anlamı destekleyen

hadisler, özellikle Ehlibeyt İmamları (Allah'ın selâmı onlara olsun)

kanalıyla çokça rivayet edilmiştir. Biz, bunlardan bazı örnekler

sunduk.

 

Biliniz ki, Ehlisünnet kaynaklarında, yukarıdaki açıklamalarla

çelişen bazı rivayetler de vardır. Fakat bunlar da kendi aralarında

çelişki arz etmektedirler. Bunların ve özelde korku namazının, genelde

de seferî namazının kısaltılışını konu alan rivayetlerin değerlendirmesi,

fıkıh biliminin alanına girer.

 

Tefsir-ul Kummî'de, "(Düşmanınız olan) toplulugu takip etmekte

gevşeklik göstermeyin..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor:

"Bu ifade Âl-i Imrân suresinde yer alan, 'Eger siz (Uhud'da) bir

yara aldınızsa, onlar da benzeri bir yara almışlardır.' [Âl-i Imrân,

140] ayetine atfedilmiştir; onunla ilintilidir, ona yönelik bir açıklamadır."

 

Nisâ Sûresi 101-104 ........................... 117

 

Biz söz konusu ayeti tefsir ederken iniş sebebini zikretmiştik.

 

 

 

Nisâ Sûresi 105-126 ........................................................... 119

 

120 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

105- Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin

diye sana kitabı hak ile indirdik; hainlerin savunucusu

olma!

 

106- Ve Allah'tan mağfiret iste. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı

ve esirgeyicidir.

 

107- Kendilerine hainlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma

(onları savunma); çünkü Allah hainlikte ileri giden günahkâr birini

sevmez.

 

108- Insanlardan gizleniyorlar (utanıyorlar) da Allah'tan

gizlenmiyorlar (utanmıyorlar). Hâlbuki geceleyin, O'nun razı olmadığı

sözü düşünüp kurarlarken O, onlarla beraberdir. Allah, onların

yaptıkları her şeyi kuşatıcıdır.

 

109- Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz,

ya kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak yahut onlara

kim vekil olacak?!

 

110- Kim de bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra

Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve esirgeyici

bulur.

 

111- Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış

olur. Allah bilendir, hikmet sahibidir.

 

112- Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun

üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah

yüklenmiş olur.

 

113- Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir

grup seni şaşırtıp saptırmağa yeltenmişti. Fakat onlar sadece

kendilerini şaşırtıp saptırırlar; sana hiçbir zarar veremezler. Allah

sana kitabı (vahyi) ve hikmeti indirdi, sana bilemeyeceğin şeyleri

öğretti. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyüktür.

 

114- Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Yalnız

sadaka yahut iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden

hariç. Kim Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla bunu yaparsa, biz

ona yakında büyük mükâfat vereceğiz.

 

Nisâ Sûresi 105-126 ................... 121

 

115- Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere

karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa,

onu gittiği yönde yürütür ve cehennemde yakarız. Orası ne kötü

bir varış yeridir!

 

116- Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz;

bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan

kimse, gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüştür.

 

117- Onlar Allah'ın dışında etkileri olmayan edilgen tanrılardan

başkasına tapmazlar ve hiçbir hayırla ilişkisi olmayan Şeytandan

başkasına tapmazlar.

 

118- Allah onu lânetlemiş, o da demişti ki: "Elbette senin kullarından

belirli bir pay alacağım.

 

119- Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara

boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların

kulaklarını yaracaklar, şüphesiz onlara emredeceğim de Allah-

'ın yarattıklarını değiştirecekler." Kim Allah'ı bırakır da Şeytanı

dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana uğramıştır.

 

120- (Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; hâlbuki

Şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir.

 

121- Işte onların varacağı yer cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak

bir yer de bulamayacaklardır.

 

122- İnanıp iyi işler yapanları da, altından ırmaklar akan cennetlere

yerleştireceğiz. Orada sürekli kalacaklardır. Bu, Allah'ın

gerçek vaadidir ve Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?

 

123- (İş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla

olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi

için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur.

 

124- Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak birtakım

iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek

kırıntısı kadar bile zulmedilmez.

 

125- Iyilik yaparak kendini Allah'a teslim eden ve Ibrahim'in

hanîf (Allah'ı bir tanıyan) dinine tâbi olan kimseden din bakımın-

 

122 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

dan daha iyi kim vardır? Allah Ibrahim'i dost edinmiştir.

126- Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır ve Allah her

şeyi kuşatmıştır.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI

 

Ayetlerin üzerinde düşündüğümüz zaman, bir akış bütünlüğüne

sahip olduğunu; yargıda adalet ilkesini gözetmeyi tavsiye etme

amacına yönelik olduğunu; yargıç ve hakimin, kim olurlarsa olsunlar

yargısında ve hükmünde haksızlara eğilim göstermesini ve hak

sahiplerine haksızlık etmelerini yasaklamayı hedeflediğini görürüz.

Bu söylediğimiz konulara da, ayetlerin indiği ortamda yaşanan

kimi olaylara işaret edilerek ve bununla ilintili olarak konuyu yakından

ilgilendiren dinsel hakikatlerden, bunların vazgeçilmezliğinden,

uyulmalarının zorunluluğundan söz edilerek ve müminlerin

dikkati, "Din ancak hakikattir, isim değil. Hak ismini taşımak değil,

hakka riayet etmek yarar verir." evrensel gerçeğine çekilerek

değinilmiştir.

 

Anlaşıldığı kadarıyla bu kıssa, şu ayette işaret edilen bir olayla

ilgilidir: "Kim bir hata ya da günah işler de sonra onu bir suçsuzun

üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve açık bir günah

yüklenmiş olur." Bu ayet gösteriyor ki, o dönemde suçsuz insanların

üzerine yıkılabilecek türden hırsızlık, adam öldürmek, başkasının

malını telef etmek veya zarar vermek gibi suçlar işleniyordu ve

bu tür suçları işleyenlerin Hz. Peygamberi (s.a.a) hüküm vermede

yanıltmaya yeltenmeleri de ihtimal dâhilindeydi. Fakat Allah onu,

bu gibi art niyetli insanların saptırma girişimlerine karşı korumuştur.

Bundan da anlaşılıyor ki, ayetler grubunun başlarındaki şu

ifadelerde de bu kıssaya işaret ediliyor: "Hainlerin savunucusu olma...",

"Insanlardan gizleniyorlar (utanıyorlar)...", "Haydi siz onları

savununuz..." Gerçi hainlik, genelde emanetlerle ilgili olarak gün-

 

Nisâ Sûresi 105-126 ................... 123

 

deme gelen bir durumdur; ancak burada, "Allah hainlikte ileri giden

günahkâr birini sevmez. Insanlardan gizleniyorlar (utanıyorlar)..."

ifadesini tefsir ederken vurgulayacağımız gibi, hırsızlık gibi

bir durumla ilgili olarak kullanılmıştır. Burada gözetilen husus ise

şudur: Müminler bir nefis gibidirler. Içlerinde birine ait olan maldan,

başkaları da gözetme ve dokunulmaz oluşu noktasında sorumludur.

Diğer müminler de o malı korumak ve kollamakla yükümlüdür.

Dolayısıyla müminlerden bazılarının diğer bazısının malına

yönelik bir tecavüzde bulunması, kendilerinden yine kendilerine

yönelik bir ihanet konumundadır.

 

Ayetler üzerinde biraz daha düşündüğümüz zaman, kıssa biraz

daha canlanır zihnimizde ve şöyle bir tablo beliriyor gözümüzün

önünde: Bazıları birilerinin malını çalmışlar. Meselâ Resulullah'a

(s.a.a) götürülüyor. Bu sırada hırsız, suçsuz birini itham ediyor, suçu

onun üzerine atıyor. Hırsızın akrabaları da kendi lehlerine bir

hüküm çıkarması için Peygambere (s.a.a) ısrarla yalvarıp rica ediyorlar.

O kadar ileri gidiyorlar ki, hükmün suçsuz kişinin aleyhine

çıkması yolunda Resulullah'ı (s.a.a) yanıltmak için aşırı çaba gösteriyorlar.

Bunun üzerine ayetler iniyor ve yüce Allah, haksız yere

suçlanan kişiyi aklıyor.

 

Bu bakımdan ayetler, iniş sebepleri bağlamında rivayet edilen

Ebu Tu'ma b. Ubeyrik'in hırsızlığı kıssasıyla ilginç bir örtüşme arz

etmektedir. Daha önce defalarca söylediğimiz gibi, rivayet edilen

iniş sebepleri ile ilgili hikayeler, genelde kaynaklarda aktarılan

kıssaların uygun bir Kur'ân ayetine uyarlanması şeklinde değerlendirilmiştir.

Bu ayetlerden ayrıca Peygamberimizin (s.a.a) verdiği hükümlerin

hüccet oluşu ve onun bu açıdan masum olduğu anlaşılıyor. Bunun

yanında diğer bazı gerçeklere de işaret ediliyor ki, inşallah

bunları da açıklayacağız.

 

"Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye

sana kitabı hak ile indirdik." İnsanlar arasında hükmetmek deyince,

insanın aklına gelen ilk şey, insanların yargı işleriyle ilgili çe-

 

124 ........ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

kişmeleri ve ihtilaflarını verilecek hüküm aracılığı ile gidermektir.

Yüce Allah, kitabın (Kur'ân'ın) indirilişinin amacı olarak insanlar

arasında hükmetmeyi göstermiştir. Bu bakımdan tefsirini sunduğumuz

ayetin içeriğiyle, daha önce ayrıntılı bir şekilde ele aldığımız,

"Insanlar bir tek ümmetti, sonra Allah müjdeleyici ve uyarıcı

olarak peygamberleri gönderdi. Insanlar arasında anlaşmazlıga

düştükleri konularda hüküm vermeleri için onlarla beraber hak

içerikli kitapları da indirdi..." (Bakara, 213) ayetinin içeriği arasında

benzeşme vardır.

 

Dolayısıyla, özel bir meseleyle ilgili olan "Allah'ın sana

gösterdigi... sana kitabı hak ile indirdik." ayeti, genel nitelikli olan

"İnsanlar bir tek ümmetti..." ayetine benzemektedir. Ancak

tefsirini sunduğumuz ayette ek bir husus daha var. O da

Resulullah'a (s.a.a) hüküm yetkisi tanıması, görüşünü ve bakışını

hüccet olarak görmesidir. Çünkü hükmetme yani, yargılayıp

karara bağlama ve dava konusunu sonuçlandırma gibi bir hususta

hakimin ve yargıcın (Peygamberin) dava konusuyla ilgili olarak

genel hükümlere ve bütünsel yasalara ilişkin bilgiye sahip

olmasının yanında kendi görüşünü yürütmesi, bildiğini

uygulamaya geçirmesi gereklidir. Çünkü hükümlerin genelini ve

insanların haklarını bilmekle, dava konusu olan meseleyi, ilgili

yasaya tatbik ederek hükme bağlamak farklı şeylerdir.

Şu hâlde, "Allah'ın sana gösterdigi şekilde insanlar arasında

hükmedesin diye..." ifadesinde geçen "gösterdiği" tabiriyle kastedilen

husus, görüş oluşturma ve hükmü tanımlamadır, bazılarının

ihtimal verdiği gibi hükümleri ve yasaları öğretme değildir.

Dolayısıyla, ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla ayette

anlatılan husus şudur: Allah sana kitabı indirdi; hükümlerini, şeriatını

ve hüküm vermesini öğretti ki, sana bahşettiği, icat ettiği görüşü

ve tanıttığı hükmü buna ekleyerek insanlar arasında hükmedesin,

böylece aralarındaki ihtilafları çözüme kavuşturasın.

"Hainlerin savunucusu olma." Bu ifade, bundan önceki haber

cümlesine ("hükmedesin") atfedilmiştir. Çünkü bu cümle de ger-

 

Nisâ Sûresi 105-126 ................................................. 125

 

çekte inşa (emir) anlamını içerir. Yani, sanki şöyle denilmiştir: "Insanlar

arasında hükmet ve hainlerin savunucusu olma." Ayette

geçen "hasîm" kelimesi, bir davayı ve onunla ilgili hükmü savunan

kimse demektir. Burada Peygamberimizin (s.a.a), kendisinden

haklarını isteyenlerin aleyhine olmak üzere hainleri savunması ve

davaya taraf olanlardan haklı olanların haklarını geçersiz kılması

yasaklanıyor.

 

"Hainlerin savunucusu olma." ifadesinin, Peygamberimize

(s.a.a) yönelik olarak hükmetmeye ilişkin genel bir emir niteliğinde

olan önceki ifadeye atfedilmesiyle şöyle bir sonuç da elde etmek

mümkündür: Ayette geçen hainlikten maksat, başkalarının

hakkına tecavüz etmemesi gereken bir kimsenin başkalarının

haklarına yönelik her türlü saldırıda bulunmasıdır; salt emanet edilen

bir şeye ihanet etmek değil. Gerçi, bir hususun gözetilmesinden

dolayı, özel nitelikli bir ifade daha genel bir ifadeye atfedilebilir,

ancak üzerinde durduğumuz konu böyle bir husustan uzak gibidir.

Bu konuya ilerde değineceğiz.

 

"Ve Allah'tan mağfiret iste. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir."

Ayetlerin akışından belirginleştiği kadarıyla, bu ayette

geçen "mağfiret"ten maksat, yüce Allah'tan insanın doğasında

mevcut bulunan başkasının haklarını çiğneme, nefsin tutkulu arzularına

eğilim gösterme imkânını örtmesini ve bundan dolayı bağışlamasını

istemektir. Daha önce defalarca vurguladığımız gibi "af"

ve "mağfiret" kelimeleri Kur'ân-ı Kerim'de farklı olgularla ilgili olarak

kullanılır ve bu farklı olguların ortak noktası ise "günah" nitelikli

oluşlarıdır. Bir şekilde haktan sapmak yani.

Şu hâlde ayeti -gerçi Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir-

şu şekilde anlamlandırabiliriz: Sakın hainleri savunma, onlara eğilim

gös-terme. Bu kararlılığında başarılı olmayı Allah'tan dile. Nefsini

onların ihanetlerini savunmaktan alıkoymasını ve nefsinin tutkulu

arzularının etkisi altına girmesini önlemesini iste.

Bunun kastedildiğinin kanıtı, ayetlerin akışı içinde yer alan şu

ifadedir: "Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir

 

126 ....... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

grup seni şaşırtıp saptırmaya yeltenmişti. Fakat onlar sadece

kendilerini şaşırtıp saptırırlar; sana hiçbir zarar veremezler."

Çünkü ayet kesin bir dille, onların Hz. Peygamberin (s.a.a) duygularını

batılı tercih etme, onu hakkın üzerine geçirme yönüne doğru

harekete geçirmek amacıyla var güçlerini harcamalarına karşın

ona hiçbir zarar veremeyeceklerini ifade etmektedir.

Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.a) her türlü zarara karşı ilâhî

güvence altındadır. Allah daima onu korumaktadır. O hâlde, Hz.

Peygamber (s.a.a) hükmederken asla zulmetmez, zorbalığa eğilim

göstermez, nefsin tutkulu arzularına göre hareket etmez. Hz. Peygamber

(s.a.a) insanlar arasında hükmederken güçlü ile zayıfı,

dost ile düşmanı, mümin ile zımmî kâfiri, yakın ile uzağı birbirinden

ayırt ederek hareket etseydi bu, Kur'ân'ın yerdiği zorbalığın,

zulmün ve nefsin hevası-na eğilim göstermenin bir göstergesi olurdu.

Şu hâlde yüce Allah'ın ona mağfiret dilemeyi emretmesi, vebal

ve sorumluluk nedeni olan bir günahın ondan sâdır olduğunu ya

da onun açısından övünç vesilesi olmayacak bir tutum sergilemek

üzere olduğunu göstermez. Tersine burada maksat, yüce Allah'tan

kendisini nefsin tutkularına karşı üstün getirmesini istemesidir. Bu

açıdan onun masum olması, Allah'ın koruması altına alınmasıyla

birlikte Rabbine muhtaç olduğu ve Allah'tan müstağni olmadığı da

kuşkusuzdur. Çünkü Allah ne dilerse onu yapar.

Burada sözü edilen masumiyetin (koruma altında olmanın) etkinlik

alanı itaat ve isyan, övülen ya da yerilen amellerdir, objeler

dünyasında olup bitenler değil. Diğer bir ifadeyle, ayetlerin akışı,

Hz. Peygamberin (s.a.a) nefsin tutkulu arzularına tâbi olma ve batıla

eğilim gösterme hususunda güvence altında olduğunu göstermektedir.

Ama öte yandan, Peygamberimiz (s.a.a); "Şahit getirmek

iddia sahibine, yemin etmek de inkâr edene aittir." gibi kendi

koyduğu zahirî yargı kural ve yasalarını esas alarak hükmetmesinin,

daima realitede hakka tesadüf etmesi ve sürekli olarak haklı

tarafın galip gelmesi ve haksızınsa iddiasında mağlup olması ile

 

Nisâ Sûresi 105-126 ........................ 127

 

sonuçlanması, bu ayetlerden çıkarılamaz. Ayetlerin, bu yasalar sayesinde

devamlı hakkın haklıya verildiği sonucuyla ilgili olmadığı

apaçık ortadadır.

 

Kaldı ki, zahirî yasaların kapasitesi, insanı kesin olarak böyle

bir sonuca ulaştırmaya yetmez. Çünkü bir nevi alamet ve nişanelerden

ibaret olan zahirî yasalar, yalnız genel olarak hak ile batılı

birbirinden ayırır, daima değil. Genelde olan bir şeyi daimi gibi algılamanın

bir anlamının olmadığı ise açıktır.

 

Yukarıdaki açıklamadan hareketle, bazı müfessirlerin "Allah'-

tan magfiret iste." ifadesiyle ilgili olarak yaptıkları şu değerlendirmenin

yanlışlığını anlıyoruz. Diyorlar ki: "Yüce Allah, ona mağfiret

dilemeyi emretti; çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) ayette işaret edilen

haini savunmaya ve onu görmezlikten gelmeye eğilim göstermişti.

Çünkü söz konusu hainin akrabaları, onu savunmasını ve

Yahudi'ye karşı ona destek olmasını istemişlerdi."

Fakat bu değerlendirme doğru değildir. Çünkü bu anlama göre,

onlar Peygamberimizi (s.a.a) bu miktar eğilim göstermesiyle bile

yanıltmışlar ve üzerinde olumsuz yönde etki bırakmışlardır. Oysa

yüce Allah, [ayetlerin devamında, "Sana hiçbir zarar veremezler."

buyurarak] her türlü zararı ondan uzaklaştırmıştır.

 

"Kendilerine hainlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma." Bir görüşe

göre, bu ayette hainlik niteliğinin nefse (kendilerine) nispet

edilişi, sorumluluğun ve vebalin sonuçta ona dönük olmasından ya

da her günahın nefse yönelik bir zulüm sayılması gibi ona yönelik

bir hıyanet sayılması dolayısıyladır. Nitekim yüce Allah bir ayette

şöyle buyurmuştur: "Allah, sizin kendinize hıyanet etmekte oldugunuzu

bildi." (Bakara, 187)

 

Ancak, Kur'ân'ın genel söyleminin de yardımıyla ayetten şöyle

bir sonuç da elde edebiliriz: Müminler bir tek nefis gibidirler. Içlerinden

birinin malı tümünün malı gibidir. Tümü o malı kaybolmaktan,

telef olmaktan korumakla yükümlüdür. Dolayısıyla bazılarının

hırsızlık benzeri bir yöntemle diğer bazısının malına tecavüz etme-

 

128 ............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

si, kendilerine hıyanet ve kötülük etmek olarak değerlendirilmiştir.

"Çünkü Allah, hainlikte ileri giden günahkâr birini sevmez."

ifadesi, söz konusu hainlerin ihanetlerinde süreklilik olduğunu

gösteriyor. "Esîm=günahkâr" ifadesi de bunu destekliyor. Çünkü

"esîm", anlam itibariyle "âsim"den daha vurgulayıcıdır. Bunun nedeni

"esîm"in, değişmezliğe delâlet eden sıfat-ı müşebbehe kalıbından

olmasıdır.

 

Kaldı ki, "Kendilerine hainlik edenler..." ifadesi de süreklilik

anlamı içerir. Aynı şekilde "hâinîn=hainler" kelimesi de sürekliliği

ifade ediyor. Çünkü, "Daha önce Allah'a da hainlik etmişlerdi de

Allah onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti." (Enfâl, 7) ayetinde

de görüldüğü gibi [hainlik ifadesinin fiil kalıbında kullanıldığı

gibi], bu ayette "lillezîne hânu=onlar ki hıyanet ettiler" ifadesi gibi

bir fiil ifade yerine, vasıf (hâninin=hainler) kullanımı esas

alınmıştır.

 

Bu ve benzeri karinelerden -nüzul sebebini de göz önünde bulundurarak-

hareketle ayetin anlamının şu şekilde belirginleştiğini

görürüz: "Onları savunma, onlardan yana çıkıp uğraşma! Çünkü

onlar hainlikte ısrar ediyorlar, aşırı gidiyorlar, günahkârlıkta kalıcıdırlar.

Allah ise hainlikte ileri giden, durmadan günah işleyen kimseleri

sevmez." Bu değerlendirme, ayetlerin Ebu Tu'me b. Ubeyrik

hakkında indiğine ilişkin rivayeti destekler mahiyettedir. Ileride

buna da değineceğiz.

 

Nüzul sebebini göz ardı ettiğimizde ise, şöyle bir anlam çıkıyor

karşımıza: Yargılamalarında hainlikte ısrar edenleri, bu tutumlarını

sürekli bir tavır hâline getirenleri [hainliği meslek edinenleri] savunma.

Çünkü Allah hainlikte ileri giden günahkâr birini sevmez.

Allah hainliğin çoğunu sevmediği gibi azını da sevmez. Azını sevmesi

mümkün olsaydı, hainliğin çoğunu sevmesi de mümkün olurdu.

Böyle olduğuna göre, yüce Allah, hainliğin çoğunu savunmayı

yasakladığı gibi, azını savunmayı da yasaklamıştır. Fakat bir

kimse bir hususta hainlik edip de bir başka hususta haklı olarak

münazaaya taraf olursa, böyle birini savunmanın sakıncası olma-

 

Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 129

 

dığı gibi, yasak da değildir. "Hainlerin savunucusu olma..." ayetinden

buna ilişkin bir yasak çıkmaz.

 

"İnsanlardan gizleniyorlar da Allah'tan gizlenmiyorlar." Bu ifade de

daha önce, ayetler grubunun tamamının (105-126) aynı akışa tâbi

olduklarına ve tek bir kıssa ile ilgili olarak nazil olduklarına ilişkin

olarak yaptığımız değerlendirmenin doğruluğunun bir diğer kanıtıdır.

Nitekim şu ifadede de buna işaret ediliyor: "Kim bir hata veya

günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa..." Çünkü

"giz-lenmek" ancak başkalarının üzerine atılabilecek hırsızlık vb.

gibi fiiller açısından söz konusu olabilir. Böylece kesin olarak anlaşılıyor

ki, tefsirini sunduğumuz bu ve bundan önceki ayetlerin işaret

ettikleri husus, "Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir

suçsuzun üzerine atarsa..." ayetinde işaret edilen hususun aynısıdır.

Allah'tan gizlenmek insanın gücü dâhilinde değildir. Çünkü

yerde ve gökte Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. Bunun karşı tarafı

da, yani gizlenememek de güç dâhilinde olmayan zorunlu bir olgudur.

Güç dâhilinde olmadığına göre, kınama ve ayıplama konusu

yapılamaz. Oysa ayetin zahirinden de anlaşıldığı gibi onlar bu

gizlenmelerinden dolayı kınanıyorlar.

Fakat öyle anlaşılıyor ki, ayette "gizlenme" kelimesi, "utanma"

dan kinaye olarak kullanılmıştır. Çünkü, "Allah'tan

gizlenmiyorlar." ifadesi, önce "Hâlbuki geceleyin, O'nun razı olmadıgı

sözü düşünüp kurarlarken O, onlarla beraberdir." ifadesiyle

kayıtlandırılmış; böylece onların geceleyin, yerilen bu hıyanetten

kendilerini temize çıkarmak için çare yolu bulmaya çalıştıklarına

ve bu bağlamda Allah'ın razı olmadığı sözü düzüp kurduklarına işaret

edilmiş, ardından da ikinci kez, "Allah, onların yaptıkları her

şeyi kuşatıcıdır." ifadesiyle kayıtlandırılmıştır.

Bu ikinci kayıt da gösteriyor ki, yüce Allah işledikleri suçla ilgili

durum da buna dâhil olma üzere, onlarla ilgili her durumu kuşatmıştır.

"Oysa O, onlarla beraberdir." ve "Allah... kuşatıcıdır." ifadeleriyle

getirilen kayıt, özelden sonra genelle kayıtlamaya örnek o-

 

130 ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

luşturmaktadır. Gerçekte ise, burada yüce Allah'tan hiçbir şekilde

gizlenemeyeceklerinin önce özel, ardından genel bir delille (gerekçeyle)

gerekçelendirilmesinden başka bir durum söz konusu değildir.

 

"Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz..." Onları

savunmanın faydasız olduğu ve onların bundan yararlanamayacakları,

soru cümlesi kalıpları içinde ifade ediliyor. Bu ifadeyle güdülen

amaç şudur: Onlara yönelik bu savunma bir yarar

sağlayacaksa bile, ancak dünya hayatında sağlayabilir. Fakat

dünya hayatının Allah katında bir değeri yoktur. Allah katında

büyük bir değeri olan ahi-ret hayatında veya bu hayat

çerçevesinde gerçekleşen asıl savunma günü olan kıyamet

gününde ise, onları savunacak kimse bulunmaz. O gün hainlere

taraf çıkıp savunan, onlar adına uğraşan olmaz. Daha doğrusu o

gün işlerini düzenleyip ıslah etmeyi üstlenecek bir vekilleri dahi olmaz.

 

"Kim de bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de..." Burada

adı geçen hainler, bağışlanma dilemek suretiyle Rablerine dönmeye,

tövbe etmeye teşvik ediliyorlar. Ayetin akışı içinde maksadın,

"Kim de bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder" şeklinde

iki şıklı açıklanması ve "kötülük"ten, "nefse zulmetme"ye geçiş

yapılması; önce kötülük, sonra da zulme işaret edilmesi gösteriyor

ki kötülükten maksat, başkasına haksızlık etmek; zulümden maksat

da kendine haksızlık etmektir [ki birincisinden daha kötüdür].

Ya da kötülük zulümden daha basittir. Büyük günaha oranla küçük

günahın daha basit ve önemsiz olması gibi. Yine de doğrusunu

Allah herkesten daha iyi bilir.

 

Bu ve bundan sonraki iki ayetin akışı, tek bir amaca yani, insanın

kendi ameliyle kazandığı günahın mahiyetini açıklamaya

yöneliktir. Üç ayetin her biri bu olgunun bir yönüne işaret ediyor.

Ayetlerin ilkinde deniyor ki: Insanın işlediği ve sonucundan nefsinin

etkilendiği ve amel defterine yazılan günahtan dolayı, insanın

Allah'a tövbe etmesi, O'ndan bağışlanma dilemesi gerekir. Eğer

bunu yaparsa, Allah'ın bağışlayan ve merhamet eden olduğunu

 

Nisâ Sûresi 105-126 ........................................... 131

 

görür.

 

Ikinci ayette de insana şu husus hatırlatılıyor: Kazandığı günahı,

ancak kendi nefsinin aleyhine kazanmıştır. Bu günahının ondan

sıyrılması, iftira ve suçlama gibi bir yöntemle bir başkasının yakasına

yapışması mümkün değildir.

 

Üçüncü ayette, insanın işlediği hata veya günahı suçsuz birinin

üzerine atmasının, hata veya günahın asıl vebalinin ötesinde ek bir

vebal ve günah olduğu açıklanıyor.

 

"Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur.

Allah bilendir, hikmet sahibidir." Daha önce, bu ayetin içerik olarak,

hata ve günahı bir başkasının üzerine atma durumunu ele alan

sonraki ayetle irtibatlı oluğunu belirtmiştik. Dolayısıyla bu ayet, bir

bakıma kendisinden sonraki ayetin mukaddimesiymiş gibi bir konumdadır.

Buna göre, "onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur."

ifadesi, günahın vebalını sırf işleyenle sınırlandırmaya yöneliktir.

Bu bakımdan ayette, bir günahı işleyip de onu suçsuz birinin üzerine

atan kimseye öğüt vermek isteniyor.

 

Dolayısıyla şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza -gerçi doğrusunu

Allah herkesten daha iyi bilir-: Günah işleyen insan şunu hatırlamalıdır

ki, bu günahı ancak kendi aleyhine işlemiştir; başkasının

değil. Onu başkasının üzerine atsa da yahut başkası günahını üstleneceğini

vaat etse de, bu günahı işleyen başkası değil kendisidir.

Ve Allah bilendir; bu günahı onun işlediğini, işleyenin o olduğunu;

üzerine yıktığı kimse olmadığını bilir. Hikmet sahibidir Allah; bir

günahtan ancak o günahı işleyeni sorumlu tutar ve günah yükünü

ancak yüklenenden sorar.

 

Nitekim şöyle buyuruyor: "Herkesin kazandıgı (iyilik) kendi yararına,

işledigi (kötülük) de kendi zararınadır." (Bakara, 286) "Kendi

günah yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının günah yükünü

taşımaz." (En'âm, 164) "Inananlara, 'Siz bizim yolumuza uyun. Sizin

hatalarınızı biz taşırız' dediler. Oysa kendileri, onların hatalarından

hiçbir şey taşıyacak degillerdir, onlar tamamen yalancıdır-

 

132 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

lar." (Ankebût, 12)

 

"Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine

atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur."

Râgıp el-Isfahani, el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Bir şeyi

kastettiği hâlde başka bir şeyi elde eden kimse için 'hata etti' denir.

Eğer elde ettiği şey kastettiği şeyse, bu sefer 'isabet etti' denir.

Hoş olmayan bir fiili işleyen veya yakışık olmayan bir şeyi isteyen

kimse için de 'hata etti' denir. Bu yüzden, 'hataya isabet etti' ve

'doğruyu bulmada yanıldı', 'doğruya isabet etti' ve 'yanlışlıkta hata

etti, yanıldı' denir. Görüldüğü gibi bu, ortak bir kelimedir; değişik

anlamlar arasında gidip gelmektedir. Gerçekleri araştıran bir kimsenin,

üzerinde durup bunları incelemesi gerekir."

Ragıp devamla şunları söyler: "Hata ve kötülük anlamlarına

gelen 'hatîe' ve 'seyyie' kelimeleri birbirlerine yakındırlar. Ancak

'hata' genellikle yapılması bizzat kastedilmeyen şeyle ilgili olarak

kullanılır ve gerçekte insanın bu kastı, böyle bir fiilin ondan sâdır

olmasına sebep olur. Av hayvanını vurayım derken bir insanı vuran

ya da sarhoş edici bir içki içip sarhoşken bir cinayet işleyen kimsenin

durumu gibi. Burada iki sebepten söz edebiliriz: Birini işlemek

sakıncalıdır. Sarhoş edici şarabı içmek yani. Dolayısıyla insan,

bundan kaynaklanan hatadan sorumludur ve bu hatanın doğurduğu

sonuç ondan asla ayrılmaz. Diğeri ise, sakıncalı değildir.

Av hayvanını vurmak yani."

"Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: 'Yanılarak yaptıgınızda

size bir günah yoktur; fakat kalplerinizin bile bile yöneldiginde

günah vardır.' (Ahzâb, 5) Nitekim bir başka ayette de şöyle buyuruyor:

'Kim bir hata veya günah işler de...' (Nisâ, 112) Şu hâlde burada

geçen 'hata' ile, istemeden işlenen fiil kastediliyor." (el-

Müfredat'tan aldığımız alıntı burada son buldu.)

Bana öyle geliyor ki, "hatîe" kelimesi, kullanım çokluğu dolayısıyla

mevsufa gerek duymayan sıfatlar türündendir. "Musibet",

"reziyye=musibet, belâ" ve "selika=tabiat, yaratılış" gibi. "Feîl" kalıbı

(sıfat-ı müşebbehe), olayın birikmesine ve kalıcılık kazanmasına

 

Nisâ Sûresi 105-126 ......................................... 133

 

delâlet eder. Şu hâlde "hatîe", hatanın birikip kalıcılık kazandığı fiil

demektir. Hata, insanın kastetmeden işlediği fiil demektir. Yanlışlıkla

adam öldürmek gibi. Bu kavramla ilgili asıl anlam budur. Ancak

gitgide anlam daha geniş tutuldu ve salim bir fıtrata sahip bir

insanın kastetmemesi gereken fiiller anlamında da kullanılır oldu.

Dolayısıyla anlamın bu genişletilmiş hâliyle, her günah ve günahın

her türlü etkisi, "hata" kavramının nesnel karşılığının kapsamına

girer. "Hatîe=hata", insanın kastetmediği amel veya amelin

etkisidir (bu durumda günah olarak değer kazanmaz) ya da

kastedilmemesi gereken bir şeydir (bu durumda da günah veya

günahın vebalı olarak değerlendirilir).

 

Fakat yüce Allah, "Kim bir hata... işler" ifadesinde, hatayı insanın

kazanmasına nispet etmiştir. Dolayısıyla burada kastedilen,

günah nitelikli hatadır. Bu bakımdan ayette geçen "hatîe" kelimesi

ile, kastedilmemesi gereken bir fiili bilerek işlemek durumuna işaret

edilmiştir.

 

Daha önce, "De ki: Onlarda büyük günah vardır." (Bakara, 219)

ayetini tefsir ederken, "Günah, insanın birçok hayırdan yoksun

kalmasına neden olan amele denir. İçki içmek, kumar oynamak

ve hırsızlık yapmak gibi. Bu gibi ameller, insanın hayati hayırları

özünde barındırmasına engel olurlar; toplumsal çöküşe yol açarlar

ve insanın toplumsal statüsünü kaybetmesine, itimadını ve genel

güvenini yitirmesine neden olurlar, demiştik.

 

Dolayısıyla "hata" ve "günah"ın, "Kim bir hata veya günah işler..."

ayetinde iki şık şeklinde zikredilmesi ve her ikisinin birlikte

insanın kazancına nispet edilmesi gösteriyor ki, her birini kendine

özgü anlamıyla ele almak, öylece algılamak gerekir. Bu bakımdan,

-gerçi Allah herkesten daha iyi bilir- şöyle bir anlam elde ediyoruz:

Oruç gibi bazı görevleri terk etmek veya kan içmek gibi haram bir

fiili işlemek suretiyle sadece bu çerçeveyle sınırlı kalan bir günahı

işleyen yahut haksız yere adam öldürmek ve hırsızlık yapmak gibi

vebali sürüp giden bir günahı işleyen, sonra bunu masum bir kimsenin

üzerine atan insan, apaçık bir iftira ve günah yüklenmiş olur.

 

134 ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Kötü ameli başkasına nispet etmenin, "ok atma" anlamında

kullanılan "remy" kelimesiyle ifade edilmesinde, aynı şekilde iftira

atmanın vebalini kabullenmeyle ilgili olarak "ihtimal=yüklenmek

kelimesinin kullanılmasında, latif bir istiare sanatı örneği vardır.

Sanki iftiracı kişi, suçsuz insana bir ok fırlatarak onu öldürüyor ve

bu öldürmesi ona hayatı boyunca her türlü hayırdan alıkoyucu,

kendisinden ayrılmayan bir yük bindiriyor.

Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan, ayetlerde "günah" olgusunun

bazen "ism", bazen "hatîe, sû', zulüm, hiyanet ve dalâl"

olarak nitelendirilmesinin hikmetini kavrıyoruz. Çünkü bu lafızların

her biri, anlamı itibariyle kullanıldığı yere uygun düşmektedir.

 

"Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup seni

şaşırtıp saptırmağa yeltenmişti..." Ayetin akışından anladığımız kadarıyla

onların Hz. Peygamberi (s.a.a) saptırmaya yeltenmelerinden

maksat, onu yüce Allah'ın ayetlerin başında "hainler" olarak

nitelediği kimseleri savunmaya, onlara taraf çıkmaya razı etmektir.

Buna göre söz konusu grup da, yüce Allah'ın ayetlerin akışı içinde

doğrudan hitap ederek, "Haydi siz dünya hayatında onlara

taraf çıkıp savundunuz..." şeklinde buyurduğu kimselerdir. Ileride

değineceğimiz gibi bu niteleme Ebu Tu'ma'nın akrabalarına uyuyor.

"Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar." ifadesine

gelince, "sana hiçbir zarar veremezler." ifadesinin içerdiği ip ucundan

hareketle maksadın şu olduğunu anlıyoruz: Bu grubun

saptırma girişimi kendilerinden öteye geçmez, sana ulaşmaz. Onlar

yeltendikleri şey dolayısıyla sapmışlardır. Çünkü yeltendikleri

şey günahtır. Her günah da sapıklıktır.

Bu ifadenin değişik bir anlamı daha var. Buna tefsirimizin üçüncü

cildinde, "Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar

da farkına varmazlar." (Âl-i Imrân, 69) ayetini tefsir ederken değinmiştik.

Fakat o açıklama, bu ayetin içeriğiyle bağdaşmadığı için

burada ona değinmedik.

"Sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana... indirdi." Burada

 

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 135

 

onların Hz. Peygambere (s.a.a) zarar vermeleri mutlak bir şekilde

olumsuzlaşıyor. Fakat ayetin akışı bunun, "Allah sana kitabı indirdi."

ifadesiyle kayıtlı olduğunu gösteriyor. Kuşkusuz, "la

yudirruke=sana zarar veremezler" ifadesindeki zamirle ilintili "hâl"

olması koşuluyla. Gerçi nahiv bilginlerinin belirttiğine göre, mazi fiille

başlayan fiil cümleleri genellikle "kad" edatıyla başladığı takdirde

ancak "hâl" olabilir [ve bu ayette öyle değil; ama biz bunu

göz ardı etmeliyiz. Çünkü be genelde böyledir, her zaman değil].

Dolayısıyla burada kastedilen husus, insanların ilim ve amel açısından

Peygamberimize (s.a.a) zarar vermelerinin mutlak olarak

olumsuzlaşmasıdır.

 

"Allah sana kitabı (vahyi) ve hikmeti indirdi, sana bilemeyeceğin

şeyleri öğretti." Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ayetin akışı bunun,

"Sana hiçbir zarar veremezler." ifadesinin ya da "Fakat onlar sadece

kendilerini şaşırtıp saptırırlar; sana hiçbir zarar veremezler."

cümlelerinin gerekçesi konumunda olduğunu gösteriyor. Her

hâlükârda kitabın inişi ve öğretim, onların Hz. Peygamberi (s.a.a)

etkileyip saptırmalarını engellemektedir. Şu hâlde Peygamber efendimizin

(s.a.a) masum oluşunun kriteri de budur.

 

MASUMIYETİN ANLAMI ÜZERİNE

 

Ayetten anladığımız kadarıyla, masumiyetin gerçekleşmesini

sağlayan olgu bir tür ilimdir ki, bu ilim kişiyi günaha ve hataya bulaşmaktan

alıkoyuyor. Diğer bir ifadeyle, masumiyet sapmayı önleyen

bir bilgiden ibarettir. Nitekim cesaret, iffet ve cömertlik gibi

huylar da sonuçlarının gerçekleşmesine yol açan ve korkaklık, panik,

pısırıklık, oburluk, cimrilik ve müsriflik gibi karşıt olguların

gerçekleşmesine engel olan insan fıtratında kökleşmiş ilmî şekillerdir.

Gerçi yararlı ilim ve yetkin hikmet, kişinin kötü sıfatların ölümcül,

helâk edici çukurlarına düşmesine, günah pisliklerine bulaşmasına

engel olur ve biz bunu ilim ve hikmet sahiplerinin, takva ve

 

136 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

din ehlinin şahsında gözlemleyebiliyoruz; ancak bu sebep, şu

maddî-doğal âlemde mevcut olan diğer sebepler gibi genelde etkinlik

göstermektedir. Dolayısıyla kemâl sıfatına sahip kimseler

arasında, onun bu kemâlinin her zaman kendisinin noksanlıklara

duçar olmasına engel olacak, sürekli ve değişmez bir şekilde onu

hatalardan koruyacak biri bulunmaz. Bu, aynı zamanda görüp gözlemlediğimiz

tüm sebepler açısından da yürürlükte olan bir yasadır.

Bunun izahı şöyledir: Insanın öz yaratılışında mevcut bulunan

değişik idrakî ve kavramsal güçlerin bazısı, insanın bu güçlerden

diğer bazısının etkisinden habersiz olmasına ya da onlara yönelik

ilgisinin azalmasına neden olur. Söz gelimi, takva duygusuna sahip

kimse, takva duygusunun üstünlüğünün bilincinde olduğu sürece,

hoşnut olunmayan şekilde şehevi duygulara tâbi olmaz, takvanın

gereği neyse ona göre hareket eder. Fakat şehvet ateşi parladığında,

nefis büyük bir iştiyakla kendini bu duygunun kucağına

attığında, insan takva duygusunun üstünlüğünü hatırlamayabilir

veya takva duygusu zaafa uğrar. Çok geçmeden insan, takvanın

onaylamadığı davranışlar sergilemeye başlar ve oburluğun, iffetsizliğin

girdabına düşer.

 

İnsanın öz yaratılışında mevcut bulunan diğer düşünsel ve kavramsal

güçler için de aynı durum geçerlidir. Dolayısıyla bu sebepler

mevcut oldukları sürece, insanın bu sebeplerden birinin etkisinden

kurtulması mümkün değildir. Hiçbir güç, onu bunun etkisinden

kurtaramaz. Şu hâlde tanık olduğumuz farklılıkların kaynağı,

takva ile sebepler arasındaki birbirini alt etme mücadelesi, bazısının

bazısını devre dışı bırakmasıdır.

 

Bundan da anlaşılıyor ki masumiyet dediğimiz güç, kesinlikle

alt edilemeyen ilmî-kavramsal bir güçtür. Eğer bizim bildiğimiz

türden bir duygu ve kavrayış olsaydı, farklılık olgusu ona da yol bulurdu,

etkisinde zaman zaman sürçmeler olurdu. Şu hâlde masumiyete

yol açan ilim, kazanma ve eğitim yoluyla elde edilen diğer

bilgi ve kavrayışlar türünden değildir.

 

Nisâ Sûresi 105-126 ........................................ 137

 

Nitekim yüce Allah, özel olarak Peygamberine (s.a.a) hitap ettiği

şu ifadede, bu duruma işaret etmiştir: "Allah sana kitabı ve

hikmeti indirdi, sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." Burada özel

bir hitap söz konusudur ve bizim bunu gereği gibi kavramamız

mümkün değildir. Çünkü bu tarz bir bilgi ve bilinç alanında yetkinlik

gerektirici düşünce yapısına ve ilmî zevke sahip değiliz. Şu kadarı

var ki, diğer bazı ayetlerde buna ilişkin bazı ip uçları da

algılamıyor değiliz. Meselâ: "De ki... Cebrail'e kim düşman olursa,

(bilsin ki) Kur'ân'ı senin kalbine... o indirmiştir." (Bakara, 97) "Onu

Ruh-ul Emin (Cebrail) uyarıcılardan olasın diye apaçık Arapça diliyle

senin kalbine indirmiştir." (Şuarâ, 193-195) Bu ayetlere göre

Peygambere indirilen şey, bir tür ilimdir.

 

Öte yandan, bunun bir vahiy ve konuşma türünden olduğu da

anlaşılıyor: "O... dinden Nuh'a tavsiye ettigini, sana vahyettigimizi,

Ibrahim'e, Musa'ya ve Isa'ya tavsiye ettigimizi sizin için de (din

olarak) yasallaştırdı..." (Şûrâ, 13) "Biz Nuh'a ve ondan sonra gelen

peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik." (Nisâ, 163)

"Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." (En'âm, 50) "Ben, ancak

Rabbimden bana vahyolunana uyuyorum." (A'râf, 203)

Bu birbirinden farklı ayetlerden çıkan sonuca göre, "indirme"

den maksat vahyetmedir. Kitap ve hikmetin vahyedilmesi yani.

Ve bu, yüce Allah'ın Peygamberini (s.a.a) eğitmesinin bir şeklidir.

Fakat "sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesinden anlaşıldığı

kadarıyla bu, yüce Allah'ın kitap ve hikmeti vahyetmek suretiyle

ona öğretmesinden ayrı bir şeydir. Çünkü ayetin konusu,

Peygamberimizin (s.a.a) kendisine iletilen olaylar ve dava konusu

edilen meseleler hakkında özel görüşüyle hükmetmesidir. Bu ise,

kitap ve hikmetten ayrı bir şeydir. Kitap ve hikmete uygun ve dayalı

olmakla beraber, onun özel görüşü ve düşüncesidir.

Bundan da anlaşılıyor ki, "Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi,

sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ayetinde geçen "indirme" ve

"öğretme"den maksat, iki tür bilgidir. Biri, vahiyle ve Ruh-ul Emin-

'in Pey-gambere (s.a.a) inmesiyle gerçekleşen öğretim; diğeri ise,

 

138 ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

melek indirmeksizin kalbe telkin etmek, gizlice ilâhî ilhamı ulaştırmaktır.

Peygamber efendimizin (s.a.a) ilmiyle ilgili olarak rivayet

edilen hadislerin de vurguladığı budur.

Buna göre, "sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesinden

maksat şudur: Allah sana bir tür ilim vermiştir ki, eğer bu ilmi

katından sana bahşetmeseydi, böyle bir ilmi elde etmek için,

insanların ilim kazanmak amacıyla baş vurdukları normal

sebepler yeterli olmazdı.

 

Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan çıkan sonuca göre,

bizim masumiyet gücü dediğimiz bu ilâhî bağış bir tür bilgi, duygu

ve kavrayıştır. Onu diğer bilgi ve duygulardan ayıran, hiçbir kavramsal

güç tarafından kesinlikle alt edilememesidir. Bilâkis o diğer

duygulara baskın çıkar, onları kendi amacı doğrultusunda kullanır.

Böylece sahibini mutlak sapıklık, yanılgı ve hatadan korur.

Rivayete göre, Peygamberin ve İmamın "Ruh-ul Kudüs" adı verilen

bir ruhu vardır ki, bu ruh onları doğrultur, günahlardan ve hatalardan

korur. Şu ayet-i kerime buna işaret etmektedir: "Işte böylece

sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman

nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan diledigimizi

kendisiyle dogru yola ilettigimiz bir nur kıldık." (Şûrâ, 52) Ayeti, zahirini

esas alarak incelediğimizde öğretici, yol gösterici ruh kelimesinin

Peygambere (s.a.a) ilka edildiğinin, ulaştırıldığının kastedildiğini

anlıyoruz.

 

Şu ayet de bu anlamı destekler mahiyettedir: "Onları, emrimizle

dogru yolu gösteren önderler (imamlar) yaptık ve onlara

hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik.

Onlar, daima bize kulluk eden kimselerdi." (Enbiyâ, 73) Ileride inşallah

bu ayeti inceler-ken açıklayacağımız gibi, bununla kastedilen

anlam şudur: Ruh-ul Kudüs hayırlı işler yaptırmak ve Allah'a

ibadet etmesini sağlamak suretiyle İmamı doğrultur, yönünü tayin

eder ve yanlış yapmasını engeller.

 

Bu açıklamalardan çıkan bir diğer sonuç da şudur: "Allah sana

kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilemeyecegin şeyleri ögretti."

ifadesinde geçen "kitap"tan maksat, insanlar arasında baş

 

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................... 139

 

gösteren ihtilafları çözüme kavuşturmak üzere inen vahiydir.

Nitekim şu ayette bu noktaya işaret edilmiştir: "Insanlar bir tek

ümmetti, sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi.

Insanlar arsında anlaşmazlıga düştükleri konularda hüküm vermeleri

için onlarla beraber hak içerikli kitapları da indirdi..." (Bakara,

213) Tefsirimizin ikinci cildinde bu ayet geniş bir şekilde ele

alınmıştır.

 

"Hikmet" kavramı da vahiy yoluyla inen, dünya ve ahiret için

yararlı olan sair bilgiler anlamında kullanılmıştır. "sana

bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesi ile, kitap ve hikmetten oluşan

bütünsel bilgilerden başkası kastedilmiştir.

Bu açıklamalardan sonra, bazı müfessirlerin söz konusu ayeti

tefsir ederken getirdikleri yorumların zayıflığını rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz.

Bazı müfessirler "kitab"ı Kur'ân, "hikmet"i de hüküm

içeren ayetler, "bilemeyeceğin şeyleri" ise hüküm ve gaybî bilgiler

şeklinde açıklamışlardır.

 

Bazıları, kitap ve hikmeti Kur'ân ve sünnet, bilemeyeceğin şeyleri

de şer'î hükümler ve önceki elçilere ilişkin haberler ve diğer

çeşitli bilgiler olarak açıklamışlardır. Müfessirlerin bunların dışında

işaret ettikleri daha nice yorumları vardır; ancak yukarıdaki açıklamalar,

bu tür yorumların zayıflığını ortaya koyuyor. Bir kez daha

yineleme gereğini duymuyoruz.

 

"Allah'ın lütfu sana gerçekten büyüktür." Burada Peygamber efendimize

(s.a.a) yapılan minnete işaret ediliyor, ilâhî lütfe dikkat çekiliyor.

 

"Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Yalnız sadaka

yahut iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden hariç." Ragıp el Isfahani

der ki: "Naceytuhu; ona bir sır verdim, sırrımı verdim, fısıldadım,

demektir. Bunun aslı, biriyle bir yerde yalnız kalmaktır."

(Ragıp'tan aldığımız alıntı burada son buldu.)

Buna göre ayette ge-

 

140 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

çen "necva" fısıldaşarak konuşmak demektir. Bazen fısıldaşan

kimseler anlamında da kullanılmıştır. Nitekim yüce Allah, bir ayette

şöyle buyurmuştur: "Kendi aralarında fısıldaşırlarken..." (Isrâ,47)

"Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır yoktur." ifadesinde,

daha önce yer alan, "Hâlbuki geceleyin, O'nun razı olmadıgı

sözü düşünüp kurarlarken..." ifadesine dönüş yapılıyor. Bunun gerekçesi

de ayetlerin akış bütünlüğüne sahip olmalarıdır. Açıklama,

bütün sözlü fısıldaşmaları kapsayacak şekilde genel tutulmuştur.

Bunun geceleyin gizlice bir araya gelip plân kurmak veya başka bir

şekilde olması fark etmez. Çünkü, kendisinde hayır olmadığına ilişkin

olarak sözü edilen hüküm, gizlice fısıldaşmanın mutlakı, geneli

içindir. Bunun geceleyin gizlice buluşup plân kurmak şeklinde

olması şart değildir. Şu ifade de tıpkı bunun gibidir: "Kim de...

Peygambere karşı gelir..." Dikkat edilirse, kim karşı gelmek için

fısıldaşırsa, denmemiştir. Çünkü sözü edilen hüküm, karşı gelmenin

geneli için geçerlidir. Bunun fısıldaşma suretinde olmasından

veya olmamasından çok daha kapsamlıdır.

 

Ayetten anlaşıldığı kadarıyla istisna, münkatı=kopuk istisnadır.

Buna göre şöyle bir anlam elde ediyoruz: "Fakat şu şeyleri emreden

kimsede ve emrettiği şeyde bir ölçüde hayır vardır." Hayır amaçlı

gizli buluşma çağrısı emir olarak nitelendirilmiştir. Bu bir tür

istiaredir. Yüce Allah, fısıldaşma yoluyla emredilen hayırları üç

gruba ayırmıştır: Sadaka, iyilik, insanların arasını düzeltme. Maruf=

iyilik kavramının genel kapsamı içinde olmasına rağmen sadakanın

ayrı bir bölüm olarak zikredilmesi, özel olarak fısıldaşmayı

gerektirecek düzeyde ihtiyaç duyulan eksiksiz ve kâmil bir fert

olmasından dolayı olsa gerektir. Genelde öyledir de.

"Kim Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla bunu yaparsa..." Diğer

bir açıklamayla gizlice fısıldaşma durumuna, olumlu veya olumsuz

akıbeti açısından açıklık getiriliyor. Amaç, hayır nitelikli fısıldaşmaların

hayırlı yönlerinin ve hayır içermeyenlerin de hayırdan yoksun

oluşunun nedenini açıklamaktır.

 

Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 141

 

Buna göre, fısıldaşmanın failleri iki kategoride incelenebilir:

Birisi, bunu Allah'ın rızasını elde etmek için yapıyor. Dolayısıyla Allah'a

yaklaşmak için insanların arasını düzeltmek veya marufa

çağırmak amacıyla yapılmış olması kaçınılmazdır. Allah, buna ileride

büyük bir ödül verecektir. Ikincisi, bunu elçiye karşı gelmek,

müminlerin yolundan ayrı bir yol edinmek için yapıyor. Bunun cezası

da onlara mühlet verme ve aşamalı olarak [istidraç şeklinde]

azaba doğru sürüklemektir; sonra da cehenneme atılmaktır. Orası

ne kötü varış yeridir!

 

"Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı

çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa..." Ayetin orijinalinde

geçen "yuşâkik" kelimesi, "şakk" kö-künden gelir ve bir şeyden

ayrılan parça demektir. Buna göre, "yuşa-kik" kelimesinin

mastarları olan "muşâkka" ve "şikâk" kelimeleri, kişi-nin arkadaşınınkinden

ayrı bir parçada, bir şıkta olması demektir. Bu ise karşı

çıkmaktan, muhalefet etmekten kinayedir. Dolayısıyla, doğru

yol belli olduktan sonra Resule karşı çıkmak, ona muhalefet etmek

ve ona itaat etmemek demektir.

 

Buna göre, "müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa" ifadesi,

Resule karşı çıkmanın diğer bir açıklaması konumundadır.

Müminlerin yolundan maksat, Peygambere itaattir. Çünkü ona itaat,

Allah'a itaat demektir. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur:

"Kim Peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur."

(Nisâ, 80)

 

Şu hâlde müminlerin yolu, iman üzere birleştikleri hasebiyle

Allah'a ve Resulü'ne ya da (sadece) Allah Resulüne itaat üzere birleşmelerinden

ibarettir. Çünkü, yollarının birliğini sadece bu durum

koruyabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah'ın

ayetleri size okunuyorken ve O'nun elçisi içinizdeyken, nasıl oluyor

da inkâr ediyorsunuz? Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, artık elbette

o, dosdogru yola iletilmiştir. Ey iman edenler, Allah'tan nasıl

korkup sakınmak gerekiyorsa, öyle korkup sakının ve ancak

Müslümanlar olarak ölün. Ve topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarı-

 

142 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

lın. Dagılıp ayrılmayın." (Âl-i Imrân, 101-103) Tefsirimizin üçüncü cildinde

bu ayetlere ilişkin ayrıntılı açıklamalara yer verdik.

Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Işte bu, benim

dosdogru yolumdur. Ona uyun, başka yollara uymayın ki, sizi

O'nun yolundan ayırmasın. Korunmanız için Allah size işte böyle

tavsiye etti." (En'âm, 153) Allah'ın yolu takva yolu olduğuna göre,

müminler de takvaya çağrıldıklarına göre, onların bir bütün olarak

izledikleri yol, takva üzere yardımlaşma yoludur. Nitekim yüce Allah

bir ayette şöyle buyuruyor: "Iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın,

günah ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın." (Mâide, 2)

Görüldüğü gibi bu son ayet, Allah'a isyan etmeyi ve Islâmî toplumun

birliğini parçalamayı yasaklıyor. Işte yukarıda sözünü ettiğimiz

müminlerin yolunun ifade ettiği anlam da budur.

Şu hâlde, "Kim de kendisine dogru yol belli olduktan sonra

Peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola

uyarsa" ifadesi, anlamı itibariyle, "Ey iman edenler! Aranızda gizli

konuştugunuz zaman günahı, düşmanlıgı ve Peygambere karşı

gelmeyi fısıldamayın. Iyilik ve takvayı konuşun." (Mücâdele, 9) ayetini

çağrıştırmaktadır.

 

"Onu gittigi yönde yürütürüz." Yani, onu gittiği yönde yürüterek,

müminlerin yolundan başkasını izleme hususundaki tavrını

gerçekleştirmesine imkân veririz. Nitekim yüce Allah bir ayette

şöyle buyurmuştur: "Hepsine, onlara da, bunlara da (dünyayı isteyenlere

de, ahireti isteyenlere de) Rabbinin rahmetinden ulaştırırız.

Rabbinin nimeti (kimseye) yasak kılınmış degildir." (Isrâ, 20)

"ve cehennemde yakarız. Orası ne kötü bir varış yeridir!" Bu

ifadenin "vav" harfiyle önceki cümleye atfedilmiş olması gösteriyor

ki bunların tümü, yani "gittiği yönde yürütülmesi, döndüğü yola

yöneltilmesi" ve "cehennemde yakılması", tek bir ilâhî emirdir.

Bunun bir kısmı dünyevîdir. Gittiği yönde yürütülmesi yani. Bir

kısmı da uhrevîdir. Kötü bir varış yeri olan cehennemde yakılması

yani.

 

"Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz." Ayetin a-

 

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 143

 

kışından anladığımız kadarıyla bu ifade, "Onu gittigi yönde yürütürüz

ve cehennemde yakarız." ifadesinin gerekçesi konumundadır.

Özellikle ayetlerin oluşturduğu akış bütünlüğünü göz önünde bulundurduğumuzda bu nokta son derece belirgin olarak ön plâna

çıkar. Buradan hareketle anlıyoruz ki ayet, elçiye karşı çıkmayı ulu

Allah'a ortak koşma olarak değerlendiriyor. Yüce Allah ise, kendisine

ortak koşulmasını kesinlikle bağışlamaz.

 

Bu anlamı şu ayetten de algılayabiliriz: "Inkâr edenler, Allah

yolundan yüz çevirenler ve kendilerine dogru yol belli olduktan

sonra Peygambere karşı çıkanlar Allah'a hiçbir zarar veremezler.

Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır. Ey inananlar! Allah'a

itaat edin, Resule itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın. Inkâr edip

Allah yolundan yüz çevirenleri ve sonra da kâfir olarak ölenleri

Allah asla bagışlamaz." (Muhammed, 32-34) Yukarıda sunduğumuz

bu üç ayetin zahiri, bunların ikinci ayette yer alan, "Allah'a ve

Resule itaat" etmeye ilişkin emrin gerekçelendirilmesi amacına

yönelik olduklarını ortaya koymaktadır. Buna göre, Allah'a ve Resulü'ne

itaat etmemek bağışlanmaz bir küfürdür. Bununla da şirk

kastedildiği açıktır.

 

Konunun akışından anlıyoruz ki, "Çünkü Allah, kendisine ortak

koşulmasını bagışlamaz" ifadesinden hemen sonra ve ona

bağlı olarak, "bundan başkasını diledigi kimse için bagışlar." ifadesinin

yer alması, açıklamayı tamamlama ve bu uğursuz günahın,

yani elçiye karşı çıkma suçunun büyüklüğünü vurgulama amacına

yöneliktir. Tefsirimizin dördüncü cildinin sonlarında bu ayetle

ilgili bazı açıklamalarda bulunduk.1

 

"Onlar Allah'ın dışında etkileri olmayan edilgen tanrılardan başkasına

tapmazlar." Ayetin orijinalinde geçen "inas" kelimesi, "unsa"

nın çoğuludur. Araplar, "Enus-el hadîdu enesen=demir büküldü,

yumuşak oldu" ve "Enus-el mekanu=yer çabuk ve çok bitki verdi."

derler. Dolayısıyla kelimede etkilenme ve edilgenlik anlamı esas-

 

1- [c.4, s.535, Nisâ Suresi, 48. ayetin tefsirinde.]

 

144 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

tır. Bu yüzden dişi canlılara "unsa" adı verilmiştir. Allah'tan başka

kulluk sunulan tüm mabutlar ve putlar da "inas" diye

nitelendirilmişlerdir. Bunun nedeni, onların edilgen, etkilenen

şeyler olmaları, onlara tapanların beklediği türden bir etkinlik

yapma gücünden yoksun olmalarıdır.

 

Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "...Sizlerin Allah-

'ı bırakıp yalvardıklarınız (taptıklarınız) bir araya toplansalar, bir

sinek dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan

geri de alamazlar. Isteyen de aciz, kendinden istenen de! Allah'ı

geregi gibi degerlendiremediler. Dogrusu Allah kuvvetlidir,

üstündür." (Hac, 73-74) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "O'nu

bırakıp hiçbir şey yaratamayan, bilâkis kendileri yaratılmış olan,

kendilerine bile ne zarar ve ne de fayda verebilen; öldürmeye,

hayat vermeye, ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri

yetmeyen tanrılar edindiler." (Furkan, 3)

 

Dolayısıyla anlaşılıyor ki, buradaki "unuset"ten maksat, yaratıcıya

oranla yaratılmışın özelliği olan salt edilgenliktir. Bu yorum şu

tür yorumdan daha yerindedir: "Burada kastedilenler Lat, Uzza ve

üçüncü put olan Menat gibilerdir. Nitekim her kabilenin bir putu

vardı ve 'Falancaların dişisi' derlerdi. Böyle demelerinin sebebi, ya

putlara verilen isimlerin müennes (dişi cinsten kelimeler) olması

ya da cansız varlıklar olmasıydı. Nitekim cansızlar lafız itibariyle

dişil olarak işlev görür.

 

Bizim yorumumuzun daha isabetli olmasının gerekçesine gelince;

karşı görüş, ayetteki kesin sınırlandırmayla tamamen

örtüşmüyor. Ayette "Onlar, O'nu bırakıp birtakım dişileri (tanrıları)

çagırıyorlar." buyruluyor. Oysa, müşriklerin Allah'ı bir yana bırakarak

taptıkları arasında Isa, Brahman ve Buda gibi dişi olmayan

kimseler de vardır.

 

"ve hiçbir hayırla ilişkisi olmayan Şeytandan başkasına tapmazlar."

Ayette geçen "el-merîd" kelimesi, her türlü hayırdan ari ya da mutlak

olarak çıplak demektir. Beydavî kendi tefsirinde der ki: "el-

Merîd" ve "el-mârid" hiçbir hayırla ilgisi olmayan demektir. Terki-

 

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 145

 

bin aslı, düz ve yumuşak olma anlamına gelir. Yani, yumuşaklık ifade

eder. "Sarh-un mumerred" (yumuşak, düzgün taht) "Gulamun

emred" (bıyığı henüz terlemiş, tüysüz delikanlı), "Şeceret-un

merdâ" (Yaprakları az ve seyrek ağaç)..." (Beydavî'den aldığımız alıntı

burada son buldu.)

 

Anlaşıldığı kadarıyla, bu cümle önceki cümlenin açıklaması

konumundadır. Çünkü "çağırma" ibadetten, tapmaktan kinaye olarak

kullanılmıştır. Ibadetin insanlar arasında yaygın bir davranış

olarak ortaya çıkması, ihtiyacı gidermeye yönelik çağrıdan kaynaklanmıştır.

Öte yandan yüce Allah, itaat etmeyi de ibadet olarak isimlendirerek

şöyle buyurmuştur: "Ey Âdemogulları! Ben size,

şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana tapın... diye

bildirmedim mi?" (Yâsin, 60-61)

 

Dolayısıyla, tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı gelip şu noktaya

dayanıyor: Müşriklerin Allah dışında kulluk sundukları tüm

putlara yönelik ibadetleri, aslında hayırsız şeytana yönelik bir ibadet

ve çağrı konumundadır. Çünkü bu tarz bir ibadet, şeytana itaattir.

 

"Allah onu lânetlemiş," Ayetin orijinalinde geçen "lânet" kelimesi,

rahmetten uzaklaştırma demektir. Bu ifade, Şeytana ilişkin ikinci

bir vasıftır, ayrıca birinci vasfın [her türlü hayırdan yoksun] da

gerekçesi niteliğindedir.

 

"o da demişti ki: Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım."

Burada yüce Allah'ın daha önce Şeytanın ağzından aktardığı şu ifadelere

işaret ediliyor gibi: "Iblis dedi ki: Senin mutlak kudretine

andolsun ki, onların tümünü azdıracagım. Yalnız onlardan ihlâsa

erdirilmiş kulların hariç." (Sâd, 82-83) Şeytan, "Senin kullarından"

ifadesiyle, saptırmasına rağmen onların Allah'ın kulları olduklarını

itiraf ediyor, bu niteliklerinin dışına çıkamadıklarını ve Allah'ın onların

Rabbi olduğunu, onlar hakkında dilediği gibi hükmedeceğini

dile getiriyor.

 

"Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara

boğacağım..." Ayetin orijinalinde geçen "yubettikunne" kelimesinin

 

146 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

mastarı olan "tebtîk" kelimesi, yarmak anlamına gelir. Burada anlatılmak

istenen husus, Arap cahiliyesindeki şu uygulamayla örtüşmektedir:

Araplar cahiliye döneminde, etlerini haram kılmak

amacıyla Bahira ve Saibe adını verdikleri hayvanların kulaklarını,

bunun bir nişanesi olarak yararlardı.1

 

Ayette sayılan hususların tümü, sapmanın bazı örnekleridir.

Dolayısıyla bunlarla birlikte saptırmadan da söz edilmesi, önce

genel bir anlatım, ardından özel önem verildiğinin bir göstergesi

olarak bunların bazılarından birer birer bahsedilmesi içindir. Iblis

diyor ki: "Mutlaka onları, Allah'tan başkasına kulluk sunmak ve

günah işlemekle uğraştırarak saptıracağım. Konumlarının gereği,

kendilerini ilgilendiren işlerden alıkoyacak şekilde onları asılsız

kuruntu ve emellerle oyalayacağım. Hayvanların kulaklarını yarıp

Allah'ın helâl kıldığını haram kılmalarını emredeceğim. Onlara Allah'ın

yaratmasını değiştirmelerini emredeceğim." Şu hâlde şeytanın

bu sözleri, iğdiş yapmak, cinsiyet değiştirmek, çeşitli organları

kesmek, livata (homoseksüellik) ve sevicilik (lezbiyenlik) gibi

sapıklıklarla örtüşmektedir.

 

Allah'ın yaratmasını değiştirmek ifadesiyle, fıtratın dışına çıkma

ve dosdoğru hanîf dinini terk etme durumunun kastedilmiş

olması da uzak bir ihtimal değildir. Nitekim yüce Allah bir ayette

şöyle buyurmuştur: "Sen yüzünü, hanîf olarak dine, Allah insanları

hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında degiştirme

yoktur. Işte dosdogru din budur." (Rûm, 30)

 

Ardından yüce Allah, şeytanı çağırmayı yani emrettiklerine

uymayı, onu dost-veli edinmek olarak nitelendiriyor: "Kim Allah'ı

bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana ugramıştır."

Dikkat edilirse, burada "şeytan kime dost-veli olursa" şeklinde

bir ifade kullanılmamıştır. Bununla verilmek istenen mesaj,

------

 

1- [Evcil olan bu hayvanlar, Arapların batıl inanç ve âdetlerine göre

kesilmez ve etleri de yenmezdi. Konuyla ilgili ayrıntılı açıklama, Mâide suresinin 103. ayetinin tefsirinde gelecektir.]

 

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................... 147

 

önceki ayetlerde de belirtildiği gibi, velinin yüce Allah olduğunu

vurgulamaktır. Ondan başkaları, birileri tarafından dost-veli edinseler

de hiçbir şey üzerinde velayetleri söz konusu değildir.

 

"(Şeytan) onlara söz verir ve ümitlendirir; hâlbuki Şeytanın onlara

söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir." Ayetten

algıladığımız kadarıyla önceki ayette yer alan, "elbet-te apaçık bir

ziyana ugramıştır." ifadesi gerekçelendiriliyor. Gerçek mutluluğu

ve mükemmel yaratılışı boş vaatlerle ve mevhum umutlarla değiştiren

insanın hüsranından daha büyük ziyan olabilir mi? Yüce Allah

bir ayette şöyle buyuruyor: "Inkâr edenlere gelince; onların işleri,

ıssız çöldeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder,

fakat yanına gelince hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve

Allah da onun hesabını tastamam görür. O hesabı çabuk görendir."

(Nûr, 39)

 

"Vaatler" ise, şeytanın bir aracı kullanmaksızın telkin ettiği

vesveseler anlamında kullanılmıştır. "Umutlar"a gelince, onlar insanın

vehim yoluyla kuruntulardan zevk aldığı şeytanî vesveselerin

birer ayrıntısı konumundadırlar. Bu yüzden, "hâlbuki şeytanın

onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey degildir."

buyrularak, va'din aldatma olduğu belirtilmiş, buna karşın "umut"

için böyle bir nitelemede bulunulmamıştır. Bunun nedeni ise açıktır.

Sonra yüce Allah, onların bu durumlarının akıbetini açıklıyor:

 

"İşte onların varacagı yer cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak

bir yer de bulamayacaklardır." Ayette geçen "mahîs" kelimesinin

mazi fiili "hâse"dir ve bir yerden dönmek, kaçınmak anlamına gelir.

Dolayısıyla "mahîs" kaçış ve dönüş yeri anlamını ifade eder.

Ardından, açıklamayı tamamlamak amacıyla karşı tabloda

müminlerin durumu tasvir ediliyor: "Inanıp iyi işler yapanları da,

altından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecegiz. Orada sürekli

kalacaklardır..." Ayetlerin akışı içinde ["onu gittigi yönde yürütürüz."

ve "cehennemde yakarız." ifadelerindeki] üçüncü çoğul şahıstan,

["Allah, kendisine ortak koşulmasını bagışlamaz." ifade-

 

148 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

siyle] gayıp sıygasına geçiş yapılıyor.

 

Bu uygulama, geneli itibariyle, konunun önemine ve büyüklüğüne

vurgu yapma amacına yöneliktir. Şöyle ki, böyle bir vurgunun

gerekli olduğundan dolayı, önce Allah lafzı birinci çoğul şahıs zamiri

yerine kullanılıyor, ardından amaç gerçekleştirilince, asıl olan

önceki ifade tarzına [yani, birinci çoğul şahıs zamiri kullanmaya]

geri dönülüyor. Bu da, "cennetlere yerleştirecegiz." ifadesinde

gerçekleştiriliyor.

 

Burada bir diğer incelik de vardır. O da şu ki: Yüce Allah burada

çok yakın olduğunu, mümin kullarıyla aralarında bir perde olmadığını,

onların velisinin kendisi olduğunu ima ediyor.

 

"Bu, Allah'ın gerçek vaadidir ve Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?"

Burada şeytanın vaadine karşılık veriliyor. Onun vaadi bir aldatmacadır,

buna karşılık Allah'ın vaadi haktır, sözü doğrudur.

 

"(İş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla olmaz."

Yeniden ayetlerin akışının başlangıcına dönülüyor; ama açıklamanın

ayrıntısından çıkan öz bir sonuç olarak. Şöyle ki: Bazı

müminlerin anlatılan davranışlarından, sözlerinden ve Peygamberden

(s.a.a) ısrarla kendilerini gözetmesini, başkalarına karşı

kendilerine destek verip yardım etmesini, başkalarıyla aralarında

çıkan anlaşmazlıklarda taraflarını tutmasını istemelerinden anlaşılıyor

ki onlar, iman etmiş olmakla Allah katında bir üstünlük ve

Peygamberin (s.a.a) üzerinde bir hak elde ettiklerini düşünüyorlardı.

Bu yüzden [bunların nazarında] Allah'ın ve Resulünün onları

gözetmeleri, onları başkalarına galip getirmeleri, haklı veya haksız

olmalarına bakmaksızın üstün tutmaları bir zorunluluktu. Hükmün

adilce veya zalimce olması önemli değildi. Önemli olan onların lehine

olmasıydı. Tıpkı sapıklık önderlerinin yönetimlerinde olduğu

gibi. Bunlar zorba liderlerin maiyetlerinin, sırdaşlarının ve suç ortaklarının

talep edebilecekleri şeylerdi. Zorba önderlerin yardakçıları,

boyun eğdiği ve tâbi olduğu liderlerine itaat etmenin, teslimiyet

göstermenin yanında minnet de ederler, bağlılıklarını başına

 

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 149

 

kakarlar; katında bir saygınlık ve ayrıcalık hak ettiklerini düşünerek

önderlerinin zorbalıkla da olsa kendilerini desteklemelerinin,

gözetmelerinin ve başkalarına tercih etmelerinin gerekli olduğunu

sanırlar.

 

Yine, yüce Allah'ın belirttiği gibi, Ehlikitap da kendisi için böyle

bir ayrıcalık öngörüyordu. "Yahudiler ve Hıristiyanlar; 'Biz Allah'ın

ogulları ve sevgilileriyiz' dediler." (Mâide, 18) "Yahudi veya Hıristiyan

olun ki, dogru yolu bulasınız, dediler." (Bakara, 135) "Bu, onların;

'Ümmîler konusunda bize bir vebal yoktur.' demelerindendir."

(Âl-i Imrân, 75)

 

Böylece yüce Allah, müminlerin içindeki bu grubun bu tarz

mesnetsiz iddialarını geri çeviriyor. Onları Ehlikitap'la aynı çizgide

değerlendiriyor ve bu tür iddiaları istiareli bir ifade tarzıyla kuruntu

diye niteliyor. Çünkü bu iddialar, tıpkı kuruntular gibi zevk veren

hayali tasavvurlardan başka bir anlam ifade etmezler; realiteler

dünyasında bir etkinlikleri, gerçeklikleri olmaz. Diyor ki ulu Allah:

"Ey Müslümanlar topluluğu veya ey Müslümanların içindeki belli

grup, bu iş sizin kuruntunuzla olmaz. Ehlikitab'ın kuruntularıyla da

olacak değildir. Aksine, işin ekseninde amel yatar; hayırsa amel

karşılığı da hayırdır, eğer şerse karşılığı da şerdir."

Ayette iyilikten önce kötülükten söz edilmesinin sebebi, yanılgılarının

çoğunluğunun kötülük nitelikli olmasıdır.

 

"Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan

başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur." Sözün akışına ayrıntı

getiriliyor, detay kazandırılıyor; ama arada bir bağlaç

kullanılmıyor ve yeni bir cümleymiş gibi ifade ediliyor [cümleyi bir

öncesine bağlayan vav-ı atıfa kullanılmıyor]. Çünkü bu ifade, zihinlerde

uyanabilecek takdirî bir sorunun cevabı niteliğindedir. Takdiri

şöyledir: Madem ki İslâm'ın alanına ve imanın konusuna girmek,

insan için her türlü hayrı celp etmeye, hayat için gerekli olan her

türlü menfaati korumaya yetmiyor ve madem ki Yahudilik ve

Hıristiyanlık için de aynı durum geçerlidir, peki bunun [hayrı elde

etmenin] yolu nedir? Insanın hâli nice olacak? Işte bu takdirî

soruya şu cevap veriliyor: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla

 

150 ................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

şu cevap veriliyor: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır

ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur...

her kim de iyi işler yaparsa..."

 

"Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır." ifadesi

mutlak bir ifadedir. Hem adam öldürene kısas uygulanması, hırsızlık

edenin elinin kesilmesi, zina edenin [evli olmaması hâlinde]

kırbaçlanması veya [evli olması hâlinde] recmedilmesi gibi şeriatın

koyduğu siyasal hükümler türünden dünyevî cezayı, hem de

yüce Allah'ın kitabında ve Peygamberinin diliyle vaat ettiği uhrevî

cezayı kapsamaktadır.

 

Bu genellik, ayetlerin konusuna uygundur, atmosferiyle örtüşmek-

tedir. Ayetlerin iniş sebebi çerçevesinde aktarılan bir rivayette,

bunların hırsızlık yapan, sonra bu suçu bir Yahudi'nin ve bir

Müslüman'ın üzerine atan, ardından suçlanan kimseyi cezalandırması

için Hz. Peygambere (s.a.a) baskı yapan kimseler hakkında

indiği belirtilmektedir.

 

"ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı

bulur." ifadesinde dost ve yardımcı ifadeleri geneldir; hem dünyadaki

dost ve yardımcıları kapsamaktadır. Dolayısıyla kişinin

dünyada karşılaşacağı kötü cezayı savacak olan Peygamberi

(s.a.a) veya emir sahibini (masum imamı) yahut bu ikisine yakın

olma durumunu ya da Islâm ve dinin saygınlığı gibi yardımcıları

kapsamına almaktadır. Şu hâlde yüce Allah'ın öngördüğü olumsuz

cezayı hiç kimse, hiçbir etken kötülük yapan kişiden savamaz.

Hem de, bir sonraki ayette işaret edilen hususlar hariç, ahiretteki

cezayı savma noktasındaki dost ve yardımcıyı kapsamaktadır.

 

"Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak (birtakım) iyi

işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı kadar

bile zulmedilmez." Bu ayet, iyi işler yapan kimsenin alacağı karşılığı

(cenneti) içeren ikinci şıktır. [Önceki ayette birinci şıkka yani,

kötü iş yapanların durumuna değinildi, burada ise ikinci şıkkın yani,

iyi iş yapanların durumuna değiniliyor.] Ancak yüce Allah burada

bir şart koşuyor ki, mükâfatın realize edilişini, gerçekleştirilme-

 

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 151

 

sinin çevresini daraltıyor; bir diğer açıdan da genişliği gerektirecek

şekilde ifadeyi genelleştiriyor.

 

Buna göre, ödül olarak cenneti kazanmanın şartı, salih amel

işleyen kimsenin mümin olmasıdır. Çünkü güzel karşılık ancak

salih amelden dolayı söz konusu olabilir. Kâfirinse ameli yoktur.

Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "Eger onlar da Allah'a ortak

koşsalardı, yaptıkları ameller elbet boşa giderdi." (En'âm, 88)

"Işte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden,

bu yüzden amelleri boşa çıkan kimselerdir, ki biz onlar için kıyamet

gününde hiçbir ölçü tutmayacagız." (Kehf, 105)

"...her kim de birtakım iyi işler yaparsa," ifadesinin orijinalinde,

bütünden bir parçayı ifade etmek için kullanılan "min" (baziyet

bildiren) edatına yer verilmiştir. Bununla da cennet vaadine ilişkin

bir genişletme söz konusu ediliyor. Eğer "min" edatı olmaksızın

"kim iyi işler yaparsa" denilseydi -ceza vermede dikkati gerektiren

böylesine hassas bir noktada- şu anlamı ifade edecekti: "Cennet,

inanan ve bütün salih amelleri işleyen kimseler içindir." Ancak ilâhî

lütuf, güzel ödülü inanıp bazı salih amelleri işleyen herkesi kapsayacak

şekilde genelleştiriyor.

 

Dolayısıyla işleyemediği diğer sahil amelleri veya işlediği günahları

tövbe ya da şefaatle telafi ediyor. Nitekim yüce Allah şöyle

buyurmuştur: "Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını

bagışlamaz; bundan başkasını diledigi kimse için bagışlar." (Nisâ,

116) Bu konuyla ilgili açıklamaya,"Allah'ın kabulünü üzerine aldıgı

tövbe, ancak bilgisizlikle kötülük yapanlar... içindir..." (Nisâ, 17)

ayetini incelerken ve yine orada "tövbe" kavramı hakkında yaptığımız

değerlendirmede yer verdik.1 Nitekim tefsirimizin birinci cildinde

de, "Öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse başkasının

yerine bir şey ödeyemez." (Bakara, 48) ayetini tefsir ederken "şefaat"

le ilgili detaylı bilgiler sunduk.

 

1- [bkz. c.4, s.342 ve 350.]

 

152 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

"Erkek olsun, kadın olsun" ifadesinde de hükmün erkek-kadın

herkesi kapsadığı, temelde hiçbir fark gözetilmediği vurgulanıyor.

Bu tavır, kadınlar için herhangi bir amelin, dolayısıyla işledikleri

güzelliklere ödül verilmesinin söz konusu olmadığını ileri süren

Hint ve Mısır gibi eski putperest toplumların inançlarından tamamen

farklıdır. Üstünlük ve onurun erkeklere ait olduğu, kadınların

Allah katında zelil, yaratılışta noksan, ecir ve ödülde hüsrana uğrayan

olduğu anlaşılan Yahudilik ve Hıristiyanlık anlayışıyla da

bağdaşmıyordu. Cahiliye Araplarının kadınlara ilişkin inançları da

bunlarınkinden pek farklı değildi. Böylece yüce Allah, "Erkek olsun,

kadın olsun" buyurarak iki cinsin eşitliğini vurgulamıştır.

"İşte onlar cennete girerler" ifadesinden hemen sonra, "onlara

çekirdek kırıntısı kadar bile zulmedilmez." ifadesine yer verilmiş

olması da bu yüzden olsa gerektir. Buna göre, birinci cümle,

kadınların da tıpkı erkekler gibi sevapta pay sahibi olduklarına; ikinci

cümle de fazlalık veya eksiklik bakımından aralarında herhangi

bir farkın olmadığına delâlet etmektedir. Nitekim yüce Allah

bir ayette şöyle buyurmuştur: "Rableri onlara cevap verdi ki: Ben,

erkek olsun, kadın olsun, içinizden çalışan hiçbir kimsenin yaptıgını

boşa çıkarmam. Bazınız bazınızdan meydana gelmedir." (Âl-i İmrân,

195)

 

"İyilik yaparak kendini Allah'a teslim eden... kimseden din bakımından

daha iyi kim vardır?..." Bu ifade, akla gelebilecek şu tür bir

değerlendirmeyi bertaraf etmeye yönelik gibidir: Müslüman'ın Islâm'ının

veya Ehlikitab'ın imanının hayrı celp etmede ve genel olarak

çıkarlarını korumada bir etkinliği bulunmuyorsa, Allah'a ve ayetlerine

inanmak bir şey değiştirmiyorsa, bu bağlamda böyle bir

imanın varlığı ile yokluğu arasında herhangi bir fark yoksa, o zaman

İslâm'ın saygınlığı nerededir? Imanın ayrıcalığı nedir?

Işte bu ayette böyle bir değerlendirmeye şu cevap veriliyor: Dinin

saygınlığı kuşku götürmeyen bir olgudur. Akıl sahibi hiç kimse

bunun güzelliğinden kuşku duymaz. "din bakımından... daha iyi

kim vardır?" ifadesi, işte bunu vurgulamaya yöneliktir. Böylece

 

Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 153

 

kuşku götürmez bir gerçek olduğu kabul edilerek sunulan bir soruyla,

insanın kesinlikle dinsiz olamayacağı, en güzel dininse göklerde

ve yerde bulunan her şeyin sahibi olan Allah'a teslim olmak

olduğu, O'na kulluk sunularak boyun eğmenin, fıtrat dini olan Ibrahim'in

hanîf dini doğrultusunda amel etmenin bir zorunluluk olduğu

vurgulanıyor. Bu çerçevede [bu nedenle] yüce Allah'ın, iyilik

yaparak kendini ilk kişi olarak Allah'a teslim eden, hanîf dinine

tâbi olan İbrahim'i dost edindiği belirtiliyor.

 

Fakat ilâhî dostluğu, insanlar arasında geçerli olan dostluk gibi

algılamamak gerekir. Insanlar arasındaki dostluk hak ve batılın

her türlüsünün üstünde tutulur. Bu da onlar için ölçüsüzlüğün ve

zorbalığın, tahakkümün kapısını açar. Yoksa yüce Allah her şeyin

sahibidir ve hiçbir şeyin O'nun üzerinde sahipliği söz konusu değildir.

Her şeyi kuşatmıştır, kuşatılması söz konusu olmaz.

Bu bakımdan insanlar arasındaki efendilere, başkanlara ve

krallara benzemez. Çünkü efendiler, başkanlar ve krallar kölelerine

ve yurttaşlarına bir şey vermedikçe onlardan bir şey alamazlar.

Bazılarını diğer bazılarının aracılığıyla ezerler. Bir gruba başka bir

grubun desteğiyle egemen olurlar. Bu nedenledir ki, iradeleri herkesin

iradesiyle çeliştiği zaman yerlerinde kalamazlar. Aksine makamlarından

alaşağı olurlar ve zayıflıkları ortaya çıkar.

Buradan hareketle, "din bakımından daha iyi kim vardır?"

ifadesinin ardından, "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi

Allah'ındır ve Allah her şeyi kuşatmıştır." ifadesine yer

verilmesinin nedeni açıklık kazanmış olur.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir-ul Kummî'de şöyle deniyor: "Allah'ın sana gösterdigi şekilde...

sana kitabı hak ile indirdik..." ayetinin iniş sebebi hakkında

şöyle deniyor: "Ubeyrikoğullarından Hıristiyan bir topluluğa

mensup üç kardeş vardı ve bunlar münafıktılar. Isimleri Beşir, Bişr

ve Mübeş-şir idi. Bunlar, Bedir Savaşına katılmış biri olan Numan

 

154 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

oğlu Katade'nin amcasının evinin duvarını delerek içeri girmiş,

onun ailesi için depoladığı bazı yiyecekleri, bir kılıcı ve bir zırhı

çalmışlardı."

"Katade bu durumu Resulullah'a (s.a.a) şikayet etti ve dedi ki:

'Ya Resulullah, bir grup insan, amcamın evinin duvarını delerek içeri

girdiler ve onun ailesi için depoladığı yiyecekleri, bir kılıç ve bir

zırh çaldılar. Bunu yapanlar kötü bir aileye mensupturlar.' Bunların

[genelde] görüş bakımından birlikte oldukları mümin birisi vardı,

adı Lebid b. Sehl idi. Ubeyrikoğulları Katade'ye dediler ki: 'Bu,

Lebid b. Sehl'in işidir.' Lebid bunu duyunca kılıcını aldı ve onlara

karşı meydan okudu. Dedi ki: 'Ey Ubeyrikoğulları, beni hırsızlıkla

mı suçluyorsunuz? Hâlbuki, siz benden daha çok hırsızlığa yakışırsınız?

Kaldı ki, sizler Resulullah'ı (s.a.a) hicveden ve bu hicivlerinizi

Kureyşlilerin üzerine atan, onlara mal eden münafıklarsınız. Ya

bunu açıklayacaksınız ya da kılıcımı vücutlarınıza daldıracağım.'

Bunun üzerine ona karşı yumuşadılar ve 'Evine dön. Allah sana

merhamet etsin. Sen bu suçtan berîsin.' dediler."

"Daha sonra Ubeyrikoğulları kabilelerine mensup Useyd b.

Urve adlı birinin yanına gittiler. Adam mantıklı ve etkileyici konuşmalar

yapan bir kimseydi. Kalkıp Resulullah'ın (s.a.a) yanına

gitti ve dedi ki: 'Ya Resulullah (s.a.a), Katade b. Numan, bizim kabileye

mensup onurlu, soylu, soplu bir aileye musallat olmuş, onları

hırsızlıkla suçluyor, işlemedikleri bir suçu üzerlerine yıkıyor.'

Resulullah (s.a.a) bundan dolayı üzüldü. Sonra Katade yanına geldi.

Resulullah (s.a.a) ona döndü ve şunları söyledi: 'Onurlu, soylusoplu

bir ailenin yakasına yapışmış, onları hırsızlıkla suçlamışsın,

öyle mi?' Sert bir dille onu azarlardı. Katade bundan dolayı çok üzüldü,

amcasının yanına vararak ona şöyle dedi: 'Keşke ölseydim

de Resulullah'la konuşmasaydım. Bana hiç de hoşlanmadığım

şeyler söyledi.' Amcası, 'Yardım Allah'tandır.' dedi."

"Bunun üzerine yüce Allah, bu olay üzerine şu ayetleri indirdi:

"Allah'ın sana gösterdigi şekilde... sana kitabı hak ile indirdik...

O'nun razı olmadıgı sözü düşünüp kurarlarken... (Kummî der ki:)

 

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 155

 

Ayette geçen 'söz', fiil anlamındadır. [Yani, Allah'ın razı olmadığı fiil,

iş.] Böylece söz, fiil yerine geçmiştir. Haydi siz dünya hayatında

onlara taraf çıkıp savundunuz... Kim bir hata veya günah işler de

sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa... Yani, Lebid b. Sehl'in üzerine

atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah

yüklenmiş olur."

 

Yine Tefsir-ul Kummî'de Ebu Carud'dan İmam Bâkır'ın (a.s)

şöyle buyurduğu nakledilir: "Bişr'in yakın akrabalarından bazıları

şöyle dedi: 'En iyisi biz kalkıp Resulullah'ın (s.a.a) yanına gidelim,

dostumuz hakkında aracılık yapalım, onun suçsuz, bu işten berî

olduğunu söyleyelim.' Ancak yüce Allah, 'Insanlardan gizleniyorlar

(utanıyorlar) da Allah'tan gizlenmiyorlar (utanmıyorlar)... yahut

onlara kim vekil olacak?' ayetini indirdiğinde, bunlar Bişr'e dönerek;

'Ey Bişr! Allah'tan af dile ve günahlarından tövbe et.' dediler.

Ama Bişr cevaplarında dedi ki: 'Her zaman kendisine yemin ettiğime

andolsun ki, onları Lebid'den başkası çalmamıştır.' Bunun

üzerine, 'Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun

üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah

yüklenmiş olur.' ayeti indi."

"Daha sonra Bişr küfre saptı ve Mekke'ye yerleşti. Bunun üzerine

yüce Allah, Bişr'i savunan ve Resulullah'a (s.a.a) gelerek onu

temize çıkarmaya çalışan grup hakkında, 'Allah'ın sana lütuf ve

rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup, seni şaşırtıp saptırmaga

yeltenmişti... Allah'ın lütfü sana gerçekten büyüktür.' ayetini indirdi."

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Tirmizi, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir,

Ibn-i Ebu Hatem, Ebu Şeyh, Hakim -sahih olduğunu belirterek-

Katade b. Numan'dan şöyle rivayet ederler: "Içimizde

Ubeyrikoğulları adı verilen bir aile vardı. Bunlar Bişr, Beşir ve

Mubeşşir adlı üç kardeşti. Bişr bir münafıktı. Şiirler söyler,

Resulullah'ın (s.a.a) ashabını hicvederdi. Bu, bunları bazı Araplara

mal ederek, 'Falan falan adamlar söyledi.' derdi. Resulullah'ın ashabı

bu şiirleri duyduklarında, 'Vallahi bunu o pis adamdan başka-

 

156 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

sı söylememiştir.' derlerdi. Bu yüzden o da şöyle demişti: Her kim

bir kaside söylese, onu / bana mal ederek, 'Ubeyrik'in oğlu söyledi'

mi diyecekler?"

"Bunlar hem cahiliyede, hem de Islâm döneminde muhtaç ve

yoksul bir aileydi. Halkın Medine'deki yiyeceği hurma ve arpadan

ibaretti. Bir adamın imkânı olsa ve Şam'dan beyaz un yüklü bir

deve gelseydi, ondan satın alırdı; ama sadece kendisi yerdi, ailenin

diğer fertleri hurma ve arpa yemeye devam ederlerdi."

"Bir gün Şam tarafından bir kervan geldi. Amcam Rifaa b.

Zeyd bir çuval beyaz un aldı ve onu evinin içme salonuna koydu.

Içme salonunda silahları da vardı. Iki zırh, iki kılıç ve diğer donanımlar.

Gecenin bir vaktinde duvar delinir, yiyecek ve silah götürülür.

Sabah olunca amcam Rifaa yanıma geldi ve şöyle dedi: Yeğenim

biliyor musun, bu gece evimize saldırıldı. Içme salonumuzun

duvarı delindi, yiyeceğimiz ve silahımız götürüldü!"

"Ev hakkında biraz araştırma yaptık ve etrafı soruşturduk. Bize

denildi ki: 'Ubeyrikoğullarını bu gece ocak yaktıklarını ve ocakta

ise size ait bazı yiyeceklerin pişmekte olduğunu gördük.' Biz etrafı

soruştururken Ubeyrikoğulları, 'Allah'a andolsun ki, biz arkadaşınız

Lebid b. Sehl'den başkasını o civarlarda görmedik.' dediler. Lebid

ise bizim topluluktan, yapıcı ve Islâm'ı güzel yaşayan bir insandı.

Lebid bunları duyunca kılıcını çekti ve Ubeyrikoğullarının bulunduğu

yere geldi. Şöyle seslendi: 'Ben hırsızmışım öyle mi? Allah'a

andolsun ki, ya şu hırsızlık olayını açıklarsınız ya da şu kılıçla aranıza

dalacağım.' Dediler ki: 'Bizden uzak dur adam. Allah'a

andolsun ki, bu işi yapan sen değilsin.' Böylece biz evde araştırma

yaptık, sonunda hırsızlığı yapanların onlar olduklarından kuşkumuz

kalmadı. Bunun üzerine amcam bana, 'Ey kardeşimin oğlu,

Resulullah'ın (s.a.a) yanına gitsen ve bu olayı ona anlatsan daha

iyi olmaz mı?' dedi."

 

Katade diyor ki: "Resulullah'ın (s.a.a) yanına gittim ve şöyle

dedim: 'Ya Resulullah, bizim kabileden insanlara eziyet eden bir

aile var. Amcam Rifaa b. Zeyd'in evinin içme salonunun duvarını

 

Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 157

 

delerek içeri girmiş, silahını ve yiyeceklerini almışlardır. Silahlarımızı

geri versinler. Yiyeceklere gelince, onlara ihtiyacımız yoktur.'

Resulullah (s.a.a), 'Bu meseleye bakacağım.' dedi. Bunu duyan

Ubeyrikoğulları Useyr b. Urve adlı bir adama gidip konuştular. O aileden

başka kişiler de adamın başında toplandılar ve hep birlikte

gidip Resulullah'a (s.a.a) şöyle dediler: Ya Resulullah, Katade b.

Nu'man ve amcası, içimizde Islâm ve ıslah ehli bir aileyi töhmet

altında bıraktılar, bir kanıt ve belge olmaksızın onları hırsızlıkla

suçladılar."

Katade der ki: "Resulullah'ın (s.a.a) yanına gidip onunla konuştum.

Bana dedi ki: Islâm'ı güzel yaşayışları ve ıslah ehli oluşlarıyla

anılan bir aileyi töhmet altında mı bıraktın? Bir kanıt ve belge olmadan

onları hırsızlıkla mı suçladın?"

"Geri döndüm ve 'keşke bir kısım malım elimden çıksaydı da

bu konuda Resulullah (s.a.a) ile konuşmamış olsaydım.' diye düşündüm.

Sonra amcam Rifaa yanıma geldi ve 'Ey kardeşimin oğlu

ne yaptın?' dedi. Resulullah'ın (s.a.a) bana söylediklerini haber verince,

'Allah'tan yardım dileriz.' dedi."

"Çok geçmeden şu ayetler indi: 'Allah'ın sana gösterdigi şekilde

insanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı hak ile indirdik;

hainlerin -Ubeyrikoğullarının- savunucusu olma! –Ve

Katede'ye söylediklerinden dolayı- Allah'tan magfiret iste. Şüphesiz

Allah, çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir. Kendilerine hainlik edenlerden

yana ugraşmaya kalkma (onları savunma)... sonra Allah'tan

bagışlanma dilerse, Allah'ı çok bagışlayıcı ve esirgeyici

bulur. –Yani, onlar Allah'tan bağışlanma dileselerdi, Allah onları

bağışlardı.- Kim bir hata veya günah işler... -Lebid'e attıkları iftiradan

dolayı- büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur. Allah'ın

sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup -Useyr

b. Urve ve arkadaşları- seni şaşırtıp saptırmaga yeltenmişti. ...biz

ona yakında büyük bir mükâfat verecegiz.' Bu ayetler inince,

Resulullah (s.a.a) silahı hırsızdan alarak getirdi ve Rifaa'ya geri

verdi."

 

158 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Katade der ki: "Silahı amcama getirdim. Yaşlı bir adamdı ve

cahiliye eğilimi vardı. Ben onun Müslümanlığının karışık olduğunu

düşünürdüm. Silahı verdiğimde, 'Ey kardeşimin oğlu, ben bu silahımı

Allah'ın yolunda (sadaka olarak) verdim.' dedi. O zaman amcamın

Müslümanlığının sahih olduğunu anladım."

"Bu ayetlerin inişi üzerine Bişr kaçıp müşriklere katıldı. Sa'd'ın

kızı Selafe'nin evine konuk oldu. Bundan sonra şu ayet indi: 'Kim

de kendisine dogru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı

çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu gittigi

yönde yürütürüz... gerçekten koyu bir sapıklıga düşmüştür." Bişr,

Selafe'nin evine konuk olunca Hassan b. Sabit Salafe'nin aleyhine

birkaç beyit söyledi. Bunun üzerine Selafe Bişr'in devesinin palanını

ve diğer eşyalarını alarak dereye attı ve 'Hediye olarak bana

Hassan'ın şiirini mi getirdin?' dedi."

 

Bu anlamı içeren rivayetler başka kanallardan da aktarılmıştır.

Aynı eserde, üzerinde durduğumuz ayetle ilgili olarak Ibn-i

Cerir, Ibn-i Zeyd'den şöyle rivayet eder: "Adamın biri, Resulullah

(s.a.a) zamanında bir demir zırh çaldı. Sonra suçu bir Yahudi'nin

üzerine yıktı. Yahudi dedi ki: 'Allah'a andolsun ki ey Ebu'l Kasım

(Muhammed), ben onu çalmadım. Fakat bana iftira atılıyor.' Zırhı

çalan ise komşuları tarafından temize çıkarılıyor ve suçu Yahudi'-

nin üzerine yıkılıyordu. Diyorlardı ki: 'Ya Resulullah, bu Yahudi pis

bir adamdır. Allah'ı ve senin getirdiğin dini inkâr eder.' Öyle ki

Resulullah (s.a.a) da bu sözlerin bir parça etkisinde kaldı."

"Bunun üzerine yüce Allah, bu etkilenmeden dolayı onu şu sözlerle

azarladı: 'Allah'ın sana gösterdigi şekilde insanlar arasında

hükmedesin diye sana kitabı hak ile indirdik; hainlerin savunucusu

olma! -Yahudi'ye söylediğin sözlerden dolayı- Allah'tan magfiret

iste. Şüphesiz Allah, çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir.' Sonra

adamın komşularına hitaben, 'Haydi siz dünya hayatında onlara

taraf çıkıp savundunuz... onlara kim vekil olacak?' buyurdu. Sonra

tövbe etmelerini önerdi: 'Kim bir kötülük yapar yahut nefsine

zulmeder de sonra Allah'tan bagışlanma dilerse, Allah'ı çok ba-

 

Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 159

 

gışlayıcı ve esirgeyici bulur. Kim de bir günah kazanırsa, onu ancak

kendi aleyhine kazanmış olur.' Ey insanlar, siz ne diye bu adamın

günahına müdahale ediyor, onun hakkında konuşuyorsunuz?

'Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun

üzerine atarsa, -bu suçsuz kişi müşrik bile olsa- muhakkak ki, büyük

bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur... Kim de kendisine

dogru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar...'

Ibn-i Zeyd devamla şöyle der: "Ama adam yüce Allah'ın kendisine

sunduğu tövbe yolunu seçmeyi kabul etmedi ve kaçıp Mekke

müşriklerine katıldı. Orada soyma için bir evin duvarını delmeye

çalışırken Allah duvarı üzerine yıktı, böyle ölüp gitti."

Ben derim ki: Bu anlamı içeren başka rivayetler de, az bir ihtilafla

birlikte başka kanallarca da aktarılmıştır.

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet

edilir: "Bir günah işledikten sonra kalkıp abdest alan, bu günahından

dolayı Allah'a tövbe eden hiçbir kul yoktur ki, Allah'ın onu bağışlaması

gerekli olmasın. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'-

tan bagışlanma dilerse, Allah'ı çok bagışlayıcı ve esirgeyici bulur."

 

Yine Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Allah, kulunu

sevdiği hâlde sınavdan geçirir. Çünkü onun dua ile yakarışını duymak

ister." Bir keresinde de şöyle buyurmuştur: "Allah dua kapısını

açarken, kabul kapısını kapatacak değildir. Çünkü O, 'Bana dua

edin, size icabet edeyim.' [Mü'min, 60] buyurmuştur. Tövbe kapsını

açarken, mağfiret kapsını kapatacak değildir. Çünkü O, 'Kim bir

kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan bagışlanma

dilerse, Allah'ı çok bagışlayıcı ve esirgeyici bulur.' buyurmuştur."

 

Aynı eserde Abdullah b. Hammad Ensari, Abdullah b. Sinan'ın

şöyle dediğini rivayet eder: İmam Cafer Sadık (a.s) buyurdu ki:

"Gıybet, kardeşin hakkında onda mevcut olup da Allah'ın gizlediği

 

160 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

şeyleri söylemendir. Onda olmayan şeyleri söylediğin zaman bu,

yüce Allah'ın şu ayette işaret ettiği durumdur: Muhakkak ki, büyük

bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur."

 

Tefsir-ul Kummî'de, "Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır

yoktur." ayetiyle ilgili olarak şu rivayete yer veriliyor: Bana babam

anlattı, ona Ibn-i Ebu Umeyr anlatmış, o da Hammad'dan

duymuş, ona da Halebî İmam Cafer Sadık'tan (a.s) aktarmış ki:

"Allah Kur'ân'da, tamahhülü (müminlerin problemlerini çözmede

aracı olmayı) farz kılmıştır." Dedim ki: "Kurban olduğum

'tamahhül' nedir?" Dedi ki: "Kardeşinden daha tanınan, daha saygın

biri olur ve onun adına gizlice fısıldaşma ve konuşma yoluyla

problemini çözmeye çalışırsın. Yüce Allah şu ayette buna işaret

etmiştir: 'Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır yoktur.'

[Fısıldaşmalarının birçoğunda hayır olmadığına göre, demek ki bazılarında

hayır vardır.]"

 

el-Kâfi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Abdullah b.

Sinan'dan, o da Ebu Carûd'dan şöyle rivayet eder: İmam Bâkır (a.s)

buyurdu ki: "Size bir şey söylediğim zaman, bana Kur'ân'ın onunla

ilgili açıklamasını sorun." Sonra şöyle dedi: "Resulullah (s.a.a)

dedikoduyu, malı ifsat etmeyi ve çok soru sormayı yasakladı." Denildi

ki: "Ey Resulullah'ın oğlu, buna ilişkin Allah'ın kitabının neresinde

açıklama vardır?" Buyurdu ki: "Yüce Allah, 'Onların fısıldaşmalarının

birçogunda hayır yoktur. Yalnız sadaka yahut iyilik ya

da insanların arasını düzeltmeyi emreden hariç.' buyurmuştur. Bir

başka ayette, 'Allah'ın sizin için geçim kaynagı ve yaşayış vesilesi

kıldıgı mallarınızı (yetimlerin mallarını) beyinsiz (yetim)lere vermeyin.'

(Nisâ, 5) buyurmuştur. Başka bir yerde de, 'Ey iman edenler,

açıklandıgı zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın.'

[Mâide, 101] buyurmuştur." [Usûl-ü Kâfi, c.1, s.60, h:5.]

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de, Ibrahim b. Abdulhamid'den o da güvenilir

bazı kişilerden, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) "Onların fısıldaşmaları-

nın birçogunda hayır yoktur. Yalnız sadaka yahut iyilik ya

da insanların arasını düzeltmeyi emreden hariç." ayetinde geçen

 

Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 161

 

"maruf=iyi-lik" kelimesinden maksat borçtur, şeklinde bir açıklama

rivayet eder. [c.1, s.275, h:271]

 

Ben derim ki: Bu hadisi, Kummî de aynı rivayet zinciriyle kendi

tefsirinde aktarmıştır. Aynı anlamı içeren hadisler Ehlisünnet kaynaklarınca

da aktarılmıştır. Her hâlükârda, burada bir uyarlama ve

soyut bir tanımın objektif karşılığının bir kısmının gündeme getirilişi

söz konusudur.

 

ed-Dürr-ül Mensûr'da, Müslim, Tirmizi, Nesai, Ibn-i Mace ve

Bey-haki, Süfyan b. Abdullah es-Sakafi'den şöyle rivayet ederler:

"Dedim ki: 'Ya Resulallah, bana öyle bir şey emret ki, Islâm'da onu

sarılmakla korunmuş olayım.' Buyurdu ki: 'Allah'a iman ettim, de,

sonra dosdoğru ol.' Dedim ki: 'Ya Resulallah, benim hakkımda en

çok neden endişeleniyorsun?' Dilinin bir tarafını tutarak, 'Bundan'

dedi."

 

Ben derim ki: Çok konuşmayı yeren; konuşmamayı, susmayı

ve sessizliği öven, buna ilişkin öğütler içeren haberler oldukça kabarıktır.

Bunlar Şiî ve Sünnî kaynaklarda bolca yer almaktadırlar.

Aynı eserde, Ebu Nasr Seczi'nin el-Ibane adlı eserde, Enes'ten

şöy-le rivayet ettiği belirtilir: "Bir bedevi Resulullah'ın (s.a.a) yanına

geldi. Resulullah (s.a.a) ona dedi ki: 'Ey bedevi, Allah bana

Kur'ân'dan şu ayeti indirdi: 'Onların fısıldaşmalarının birçogunda

hayır yoktur... biz ona yakında büyük bir mükâfat verecegiz.' Ey

bedevi, büyük ödül cennettir.' Bedevi de, 'Bizi Islâm dinine ileten

Allah'a hamdolsun.' dedi."

 

Aynı eserde, "Kim de kendisine dogru yol belli olduktan sonra

Peygambere karşı çıkar..." ayetiyle ilgili olarak Tirmizî ve Beyhaki

-el-Esmâ ves-Sıfat adlı eserde- Ibn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler:

Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah, şu ümmeti, ebediyen

sapıklık üzerinde birleştirmez. Allah'ın eli cemaatin üzerindedir.

Cemaatten ayrılıp kıyıda kalan kimse, ateşte de yalnız olur."

Yine aynı eserde, Tirmizi ve Beyhaki Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet

ederler: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah,

 

162 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ümmetimi -veya şu ümmeti- ebediyen sapıklık üzerinde

birleştirmez. Allah'ın eli cemaatın üzerindedir."

 

Ben derim ki: Meşhur bir rivayettir bu. Bunu İmam Hadi (a.s)

de Bihar-ul Envar kitabının üçüncü cildinde yer alan ve Ahvaz halkına

gönderdiği mektubunda Resulullah'tan (s.a.a) rivayet etmiştir.

Önceki açıklamalarımızda, hadisin ifade ettiği anlam hakkında

bazı açıklamalarda bulunmuştuk.

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de Heriz'den, o da Şia ulemasından bazılarından,

İmam Bâkır ve İmam Sadık'tan (a.s) birinin şöyle buyurduğunu

rivayet eder: "Emir-ül Müminin Ali'nin (a.s) Kufe'de bulunduğu

günlerdi. Bir grup insan yanına gelip şöyle dediler: 'Bize, ramazan

ayında imamlık edecek birini tayin et.' Hz. Ali, olmaz, dedi ve bu

konuda bir araya gelmelerini yasakladı. Akşam olunca aralarında

şöyle söylendiler: 'Ramazan için ağlayın. Yazık oldu mübarek ramazana!'

Bunu gören Haris el-A'var bir grupla birlikte İmamın yanına

geldi ve şöyle dedi: 'Ey Emir-ül Müminin, insanlar matem ediyorlar.

Sözlerinden hoşnut olmamışlardır.' Bunun üzerine buyurdu

ki: 'Bırakın onları, diledikleri kişinin arkasında namaz kılsınlar.'

Sonra şu ayeti okudu: "Kim de... müminlerin yolundan başka bir

yola uyarsa, onu gittigi yönde yürütürüz ve cehennemde yakarız.

Orası ne kötü bir varış yeridir!" (c.1, s.275, h:272)

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde nakledildiğine göre, "Allah'tan

daha dogru sözlü kim olabilir?" ifadesiyle ilgili olarak Beyhaki ed-

Delail adlı eserde Akabe b. Amir'in Resulullah'ın (s.a.a) Tebük seferini

anlatırken şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah, sabahın

erken saatlerinde Tebük'e vardığımızda, [konuşma yapmak için

ayağa kalktı ve] Allah'a hamd etti, O'nu zatına yaraşır biçimde övdü.

Sonra şöyle buyurdu:

 

"Allah'a hamdüsenadan sonra şöyle derim: Sözlerin en doğrusu

Allah'ın kitabıdır. En sağlam kulp, takva sözüdür. En hayırlı millet,

Ibrahim'in milletidir. En hayırlı yol Muhammed'in sünnetidir. En

onurlu söz Allah'ın zikridir. Kıssaların en güzeli şu Kur'ân'dır. Işlerin

en hayırlısı Kur'ân ve sünnetle sabit olan gerçeklerdir. Işlerin en

 

Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 163

 

kötüsü bidatler ve beşer uydurması olanlardır. En güzel hidayet

peygamberlerin yol göstericiliğidir. En şerefli ölüm şehitlerin ölümüdür.

Körlüğün en körü hidayetten sonra sapmadır. İlmin hayırlısı

faydalı olanıdır. Yol göstericiliğin hayırlısı izlenenidir. En kötü

körlük kalbin körlüğüdür. Yukarıdaki (veren) el aşağıdaki (alan) elden

daha hayırlıdır. Az ama yeterli olan mal, çok ama oyalayıcı olan

maldan daha hayırlıdır. En kötü mazeret, ölüm anındaki mazerettir.

En kötü pişmanlık, kıyamet günü yaşanan pişmanlıktır."

"Kimi insanlar namazı ancak ucu ucuna, yani vaktinin son

demlerinde kılarlar. Kimi insanların Allah'ı zikredişleri, dil laklakasından

öteye geçmez. Hataların en büyüğü, yalan söylemeyi alışkanlık

hâline getirmiş dildir. En hayırlı zenginlik, nefsin zenginliğidir.

En hayırlı azık takvadır. Hikmetin başı Allah korkusudur. Kalpte

yer eden en hayırlı duygu yakindir. Şek ve şüphe küfürdendir.

Ölülerin arkasında sesli ağlayıp dövünmek cahiliye geleneğidir.

Savaşta ganimet alınan malı çalarak zimmete geçirmek, cehennem

ateşinden bir parçadır. Mal biriktirmek ateşten bir dağlayıcıdır.

Şiir, Iblisin çalgılarından biridir. Içki bütün günahların kaynağıdır.

Kadınlar şeytanın kemendidir. Gençlik bir çeşit deliliktir."

"Kazancın en kötüsü faiz kazancıdır. Yiyeceğin en kötüsü yetim

malıdır. Mutlu insan, başkasından öğüt alandır. Bedbaht insan,

anasının karnında bedbahttır. Her birinizin varacağı yer, dört ziralık

bir yer (kabir)dir. Her iş, sonu ile ölçülür. Işlerin özü sonlarında belli

olur. Rivayetlerin en kötüsü yalan rivayetlerdir. Her gelecek olan

yakındır. Mümine sövmek fasıklık, müminle savaşmak kâfirliktir.

Onun etini yemek (gıybetini yapmak) Allah'a isyandır. Müminin

malı da tıpkı canı gibi saygındır."

"Kim Allah'a karşı yemin ederse, Allah onu yalancı çıkarır. Bağışlayan

bağışlanır. Affedeni, Allah affeder. Öfkesini yutana Allah

ecir verir. Musibete karşı sabredene Allah karşılığını verir. Sırf başkalarının

duyması için bir iş yapanı Allah, bu sıfatıyla teşhir eder.

Sabredene Allah kat kat verir. Allah'a isyan edene Allah azap eder.

Allah'ım! Beni ve ümmetimi bağışla. -Bu sözü üç kere tekrarladı.-

 

164 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Allah'tan kendim ve sizin için bağışlanma diliyorum."

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Yûnus'tan, o da bazı arkadaşlarından

İmam Sadık'tan (a.s) ve Cabir kanalıyla İmam Bâkır'-

dan (a.s), "Şüphesiz onlara emredecegim de Allah'ın

yarattıklarını degiştirecekler." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet

edilir: "Allah'ın emrettiği her şeyi değiştirmelerini telkin eder." [c.1,

s.276, h:275]

 

Aynı eserde, Cabir kanalıyla İmam Bâkır'ın (a.s), "Şüphesiz

onlara emredecegim de Allah'ın yarattıklarını degiştirecekler."

ayetiyle ilgili olarak "Yani Allah'ın dinini" dediği rivayet edilir. [c.1,

s.276, h:276]

 

Ben derim ki: Her iki rivayetin vurguladığı husus aynıdır. O da

daha önceki açıklamalarda da işaret ettiğimiz gibi fıtrat dinidir.

Mecma-ul Beyan tefsirinde, "hayvanların kulaklarını yaracaklar"

ifadesiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Kulaklarını dipten kesecekler.

Bu açıklama, İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir."

Tefsir-ul Ayyâşî'de, "(Iş) ne sizin kuruntularınızla, ne de

Ehlikita-b'ın kuruntularıyla olmaz..." ayetiyle ilgili olarak, Muhammed

b. Müslim'den, o da İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet

eder: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır." ayeti inince,

Resulullah'ın (s.a.a) ashabından bazısı, "Bu ayet, ne kadar şiddetli

bir tehdit içermektedir!" dedi. Resulullah (s.a.a) onlara dedi

ki: "Mallarınız, canlarınız ve çocuklarınız hususunda hiç sınavdan

geçirilmiyor musunuz?" Onlar "Evet" dediler. Resulullah (s.a.a) devamla

şöyle buyurdu: "Işte bunlarla yüce Allah size iyilik yazar ve

kötülüklerinizi siler. [Ancak Ehlikitap hakkında böyle bir şey

yapmaz.]" [c.1, s.277, h:278]

 

Ben derim ki: Bu anlamı içeren rivayetler, Ehlisünnet kaynaklarında

birçok kanaldan sahabelerden rivayet edilmiştir.

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Ahmed, Buharî,

Müslim ve Tirmizi Ebu Said el-Hudri'den şöyle rivayet ederler:

Resu-lullah (s.a.a) buyurdu ki: "Mümine isabet eden bir hastalık,

bir dert, bir keder, bir hüzün, bir eziyet, bir gam hatta eline batan

 

Nisâ Sûresi 105-126 ................................................... 165

 

bir diken yoktur ki, yüce Allah onunla günahını örtmesin, silmesin."

 

Ben derim ki: Bu anlamı içeren rivayetler gerek Resulullah'tan

(s.a.a) ve gerekse Ehlibeyt İmamlarından (Allah'ın selâmı hepsinin

üzerine olsun) bolca rivayet edilmiştir. Bunlar müstafiz [çok kanallı]

rivayetlerdir.

 

Uyûn-u Ahbar-ır Rıza adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle

Hüseyin b. Halid'den, o da İmam Rıza'dan (a.s) şöyle rivayet eder:

Babamın, babasından şu sözleri aktardığını duydum: "Allah'ın Ibrahim'i

dost edinmesi şundan dolayıdır: O hiç kimseyi geri çevirmedi,

reddetmedi. Allah'tan başka hiç kimseden bir şey istemedi."

(c.2, s.76, h:4)

 

Ben derim ki: Bu, Hz. Ibrahim'in (a.s) "halil" diye isimlendirilmesine

ilişkin rivayetlerin en sahihidir. Çünkü lafzın anlamıyla da

örtüşmektedir. O da ihtiyaçtır. Dolayısıyla insanın halili, ihtiyaçlarını

ona getiren ve bildiren kimsedir. Konuya başka açıdan yaklaşan

rivayetler de vardır.